Bu Blogda Ara

Öne Çıkanlar

Anadil En Temel İnsanî Haktır

     Kültürel emperyalizm karşısında savunmasız bırakılmak istenen halklar ilk olarak anadillerinden ayrı düşürülmeye çalışılır. Anadolu gib...

21 Şubat 2023 Salı

Anadil En Temel İnsanî Haktır

 


   Kültürel emperyalizm karşısında savunmasız bırakılmak istenen halklar ilk olarak anadillerinden ayrı düşürülmeye çalışılır. Anadolu gibi çok kültürlü bir coğrafyada gerçekleştirilen ulus devlet modelinin beraberinde getirdiği "tek dil" ilkesi Cumhuriyet Dönemi'nin en başından beri birçok kanın akmasına vesile olmuştur, olmaktadır ve olacaktır. Anadil en temel insanî haktır ve bu hakkın karşısındaki bütün engeller kaldırılmalıdır! Kamu kuruluşlarında her halk kendi dilini konuşabilmeli, her halk kendi dilinde eğitim görebilmelidir!

16 Şubat 2023 Perşembe

KİMİN PARASIYLA KİME ŞOV YAPIYORSUNUZ?

 

15 Şubat 2023 tarihinde bütün ana akım medyanın ve yerli/yabancı burjuvazinin dahil olduğu bir bağış kampanyası düzenlendi. Burjuvazinin aradan sıyrılmak için bu tür günah çıkarma ayinlerine her felaket sonrası dahil olmasına alışığız. Bağış yapmak için kameralara ve halkın odağına ihtiyacı olan burjuvazi, 5. günün sonunda ve arama kurtarma çalışmaları durmuşken topladıkları bu meblağı afetzedeler için değil, süreç sonrası vicdanî rant oluşturmak için toplamıştır. Ayrıca bağışlanan her bir kuruş gider gösterilerek şirketlerin vergiden düşmesine vesile olmaktadır.


Her faciadan sonra burjuvazi "yardımseverlik" naraları ile boy göstermektedir. Bu hümanist tekerrür kitle kontrol mekanizmasıdır. Birileri yıkılacak olan evlerde yaşamaya mahkum edilirken, birileri top atsanız yıkılmayacak yüzlerce eve sahip olabilir. Bu durumun meşrulaşması için de bu tür felaketlerden sonra kitle önünde burjuvazi, türlü yardımseverlik kampanyaları düzenleyip iyilik meleği kesilir. Depremden önce 5 lira kâr etmek için malzemeden çalan burjuvazi, depremden sonra "o 25 milyonu 30 milyona tamamlayalım ya" diyecek kadar yardımsever olabilir. 


Velhasıl alt sınıf hayatta kalmak için üst sınıfın "yardımseverliğine" mecbur falan değildir. Sahip olduğunuz servet halkın serveti, halkın hakkıyla halka bağış yapamazsınız!

11 Şubat 2023 Cumartesi

EĞİTİM HARCANDI ÖĞRENCİLER SATILDI!


Enkaz ile birlikte sadece binalar yıkılmadı, devlette de ciddi çatlaklar oluştu. Halkın kitlesel seferberliği konusunda son derece kaygı sahibi olan devlet, şimdi de hedefine öğrencileri aldı. Üniversitelerin yaza kadar tatil edilip eğitimin uzaktan yapılacağının kararı hiçbir halükarda kabul edilemez. Öğrencilerin kampüs içerisinde devleti hedef alacak olan eylemlerinden devletin korktuğu aşikardır. Fiziksel yıkımın yanında psikolojik yıkım da söz konusudur ve evini ve ailesini kaybetmiş insanları bu karara tabi tutmak, devletin bu insanları derin pesimizme hapsettiğini gösterir. Afetzede insanların durumu bahane edilip alındıysa eğer bu karar, uzaktan eğitimin anlamı ne oluyor? Bütün bölgenin nesnel koşullarını göz ardı edip böyle bir karar alınmasını geçiyoruz, bölgede internete erişim bile oldukça güç. Eğer ki yurtların temin edilmesi için zorunlu bir politika olduğunu savunacaklarsa, bu politikaya neden oteller dahil edilmiyor? Otellerin değil yurtların esas alındığı bu yerleştirme politikası hedefine yurtta kalan öğrencileri de alıyor. Memleketine dönme konusunda problemi olacak öğrenciler zorla yurtlardan çıkartılacak, halihazırda memleketine dönen öğrenciler de eşyalarını almak için bir daha yurtlarına dönmek zorunda kalacak. Bu politika ilk olarak eğitimin, daha sonra öğrencilerin gözden çıkarıldığını gösterir. Otellerin ve pansiyonların politikaya dahil edilmeyip yurtların ilk postada harcanması facianın şiddeti ne olursa olsun burjuva devletin, burjuvazi ile olan sömürü ittifakına hiçbir halükarda zarar veremediğini gösterir. Hükümet kitlesel eylemlerin önüne geçip, zaten çürümüş olan eğitim sistemini daha da diken altına atmamak için uzaktan eğitim bahanesiyle bunun da önüne geçmeyi planlamaktadır. Bu tür günah çıkarma ayinlerine karnımız tok! En ufak faciada ilk iş olarak eğitimi gözden çıkaran devleti tanımıyoruz!

16 Ocak 2023 Pazartesi

Homofobi ve Siber Zorbalık


“Tarih, hiç bu kadar aşağılamaya şahit olmamıştı.”


Özellikle ABD toplumu ve dünyanın geri kalan toplumlarındaki “Z kuşağında” sosyal medya kullanımı insanların kalan kesimlerine göre oransal olarak daha yüksektir. Sosyal medyanın birçok ülkede kullanıcıya sağladığı anonimlik ve “dokunulmazlık” her ne kadar kısıtlı ve tek yönlü olsa da insanların gerçek düşüncelerini ve gerçek şakalarını belirtme “özgürlüğü” sağlar. Bu sebepten ötürü sosyal medya üzerinde yapılan gözlemler, paylaşımı yapan kişinin bilinçaltındaki şeyleri de gösterebilir. Araştırmamızın başlıca konusu sosyal medyadaki zorbalıklar ve hem sosyal medyada hem de gerçek hayatta yapılan homofobidir. Sosyal medya ile bilgiye erişimin daha kolaylaşması bilinen bir gerçektir, bu nedenle özellikle gençler arasında “özgür” düşünmenin gerçek olduğu yanılgısı hiç olmadığı kadar fazla. Yanlış anlaşılmasın, özgür düşünmeye olan eleştiri ve tespitlerim yine sosyolojik temeldedir. Tüm gerçekler birbiriyle iç içe olduğundan dolayı tüm düşüncelerin birbirinden bağımsız olması ve tüm maddi yaşamın tüm düşüncelerden bağımsız olması imkansızdır. İnsanın tüm yaşamı da toplum içerisinden geçtiği için ve yaşamı ile düşünceleri iç içe geçtiği için içgüdülerden gayrı tüm düşüncelerinde öyle ya da böyle sosyolojik bir temel, faktör, etken bulabiliriz. Elbette ki kişinin sosyal temalı düşünceleri içinde bulunduğu sosyolojiden daha çok etkileniyor.


Siber ortamda dünya nüfusunun önemli bir kısmı aktif olarak bulunmaktadır. Siber ortamda gençlerin de aktif bulunmasıyla birlikte siber ortamda çocukça davranışların, ideolojik kavgaların, bilim-kurgu teorilerinin, metafiziksel dogmaların ve zorbalıkların arttığı artık inkâr edilemez bir gerçek olmakta. Bunun taban bulması ve gelişmesi, yalnızca bireysel taşkınlıklarla ifade edilebilseydi bireysel taşkınlıkların zaman içerisinde neden ve nasıl geliştiğini yine onu etkileyen faktörlerle açıklamamız gerekirdi. Bireysel taşkınlıklar, bireye has olduğu için, toplumsal bir taban bulamaz. Homofobi ve diğer nefret suçlarının tabanı bu nedenle bireysel taşkınlıktan doğan bireysel fikirler değillerdir. Tüm bu nefret suçlarının, aşağılamaların kendi içlerinde taşıdıkları örüntüler ve bu örüntülerin arkasındaki sosyolojik etkenler bizi daha en başından itibaren şunu kabul etmeye zorlar: ya bireysel taşkınlıklar sosyolojik etkenlerden bağımsız olarak aynı zaman aralıklarında metafiziksel biçimde bir örüntü oluşturur ya da bireysel taşkınlıkların örüntüleri, bireysel taşkınlıktan değil; toplumsal bir tabandan oluşurlar. Bu yüzden bu örüntüleri açıklamak ve teorize etmek de nefret suçlarını anlamanın şartı olarak var olurlar.


Sosyal medyada ve gündelik hayatta bu gördüğümüz örüntülerin bir ortak noktası şudur: bu taşkınlıkları yapan insanlar bunların doğruluğuna inanmaktadır. Fakat bunların doğruluğunu kanıtlamaya çalıştıklarında verdikleri cevapları her ne kadar nesnel temelde anlatmaya çalışsalar da, zaman geçtikçe aynı insanlar farklı örüntülere sahip olduklarında eski örüntülerinin doğruluğunu bir nevi umursamayı bırakmış olurlar. Eski örüntülerini aklamak için verdikleri cevaplar madem nesneldi, o zaman geçmişte doğru şimdi yanlış olarak görmeleri ne anlama gelir? Cevap basittir, kendi yansıttıkları taşkınlıklarından vazgeçmemek adına söyledikleri “argümanlar” yalnızca kendilerini haklı gösterme çabasının boş bir tezahürüdür. Örnek verecek olursak, 20. Yüzyıl boyunca gazetelerde, radyolarda, televizyonda ve diğer bir çok platformda kadın düşmanlığı ve siyahi nefreti ABD toplumunda bir örüntü olarak tezahür etti. Bunu savunmak için verdikleri cevaplar, IQ testleri, Satranç şampiyonlarının ırkı ve cinsiyeti gibi şeyleri kullanarak kendi dogmalarını bilime dayandırmaya; yani “sorgulanabilir Tanrı’ya” dayandırmaya çalıştılar. 19. Yüzyılda Amerikan İç Savaşı başladığı vakitlerde Güney Eyaletlerinin ortak bildirgesi inatla “Siyahi insanların güney güneşine dayanabilecek tek ırk olmalarından dolayı” siyah insanların köle olmalarını savunmuşlardı. Ancak bilimsel olana yedirilmiş zırvalıklar sizi yanıltmasın, günümüzde doğru bilginin kaynağı bilim olduğu için böyledir, geçmişte ise Tanrı idi.


Homofobi, Transfobi, geçtiğimiz yüzyıla göre azalmış bile olsa inatla devam eden mizojini (kadın düşmanlığı) hâlâ aklanamamış olduklarından ötürü nefret suçluları bunları doğa ve bilimle aklamaya çalışırlar – Tıpkı geçmişte Tanrı ile aklamaya çalıştıkları gibi. Mesela eşcinselliğin doğal olmadığını söylerler, insanın heteronormatif olduğunu söylerler. Cinsiyet ile eşey kavramlarını karıştırırlar, kadınların kas avantajı olmadığını söylerler. Bunları söyleyerek erkekleri yüceltirler, utangaçça veya açıkça. Fakat eğer LGBT konusundaki sorunları “doğallık” olsaydı beyni olan canlılarda sıkça görülmesi onları sustururdu. Eğer kadınlar ile erkeklerin eşit olmadığını kanıtlamadaki sorunları kas sorunuysa, kadınlara yaptıkları düşmanlığın aynısını “zargana” dedikleri boksörden dayak yiyen bodybuilderlar için de derlerdi. Fakat bunların hiçbirini söylemezler ve böylece tutarsızlığa düşerler. Ve unutmayalım ki, kastan ötürü bir eşeyi diğerinden üstün görecek bir kafa yapısı ancak eril bir kafa yapısıdır. Nitekim bu kafa yapısıyla bile tutarsızlığa düşerek ne denli bir aptallığın içerisinde olduklarını kanıtlamaktadırlar.


Madem Lubunfobi ve mizojini mantıksızdır, bu söylemimizi onlara anlatarak onları ikna edebiliriz, değil mi? Hayır, çünkü mantıkla yüklem yapıyor olsalardı en başta bu hataya düşmezlerdi. Tüm bu Lubunfobi ve mizojini gibi nefret suçlarının günümüzde devam etmesinin 2 sebebi vardır: 1- Feodalizmden miras alınan gelenek olması. 2- Sınıf mücadelesinin bu gelenekle mücadele etmesine karşı reaksiyon olarak gelişmesi. En temelinde, hâlâ devam eden bu aptallıkların bilinç yansıması olduğu apaçıktır.


Peki nedir bilinç yansıması? Bilinç yansıması, bir sınıfın veya herhangi bir sosyolojik grubun, kendi grubu dışındaki bir grubun bilincini kendisine yansıtmasıdır. Liberal işçi, milliyetçi işçi gibi şeyler işçinin bilinci değildir, bunlar Burjuvanın bilincidir. Fakat bu işçiler, burjuvanın bilincini kendilerine yansıtmışlardır (veya onlara başkası tarafından yansıtılmıştır) ve bu yüzden bu bilince sahiplerdir. Temelinde, işçinin sınıfsal karakteristiği ve yapısı gereği Liberalizm de milliyetçilik de onun çıkarına terstir; bu nedenle işçi için irrasyoneldir. Fakat işçinin maruz kaldığı propaganda, aile kurumu, mevcut Tanrısallaştırılmış burjuva devlet bilinci gibi faktörler ile işçiye, Burjuvazi dışarıdan-bilinç aşılar. Bu dışarıdan-bilinç, burjuvanın bilincidir ve burjuvanın “işine gelen” bir bilinçtir. Şimdi Lubunfobi ve mizojini konusuna gelirsek şunu dememiz gerekir: Topluma feodalizmden miras kalmış bir gelenek olması ve hâlâ silinmemesi, burjuvazinin bir ihtiyacıdır. Çünkü Burjuvazi toplumsal rıza üretebilmek için Proletaryaya sürekli onunla ortak olan bir tin bulmak zorundadır. En başta bariz olanı, vatanı kullandılar. Daha az seküler toplumlarda aile, din gibi ortak olan tinleri kullandılar. Proletarya’ya sürekli acı çektiren Burjuvazi, eğer Proletarya’ya bir düşman gösterip öfkesini ona yönlendirmez ise Proletarya’ya dışarıdan-bilinç aşılayamamış olur. Bu durumda Proleterin kendi bilincine yönelmesi ve odağını Burjuvaziye çevirmesi olanaklıdan fazlası olur. İşte bu nedenle feodalizmden miras kalan bu geleneklere karşı verilen sınıf mücadelesi, önünde sonunda burjuvaziye yönelik bir mücadele olduğundan, burjuvazinin kendi ve yansıttığı bilinci bu mücadeleye karşı reaksiyon gösterir ve dogmalaşır, otoriterleşir, vahşileşir.


Eğer Proletaryayı bir devrime yönlendirmek istiyorsak önce şunu bilmeliyiz: Proletarya bir kongre odası değildir; bir odada oturup tartışıp devrim bilinci aşılanamaz. Bunu kabul edersek şunu da kabul etmemiz gerekir; Proletarya sürekli bilinç saldırısına uğradığı için onu Şûralar kurmaya ve Burjuva devlete karşı mücadele etmeye yönelik Proleter bilinç aşılanması gerekir. Bir bilinç saldırısına en iyi savunma, karşı saldırıdır. Proletarya’nın içerisinde, Proleter bilincin en yüksek olduğu kümeler her daim bulunur. Bu azdan yükseğe doğru İşyerleri, Sendikalar, Dernekler ve Partidir. Sınıf bilincinin en yüksek noktası parti olduğundan, Proletarya’ya karşı yapılan bilinç saldırısına karşı saldırı yapabilecek unsur da parti olmaktadır. İşte devrimci partinin dışarıdan-bilinci budur! Proletaryanın en yüksek sınıf bilinci içeren kümesi veya kümelerinin Proletaryanın geri kalanına bilinç aşılamasıdır. Bu nedenle Lubunfobi, mizojini gibi bilinç saldırılarına bir devrimci parti sessiz kalamaz; kaldığı surette burjuvazinin bilinç saldırısına karşı diz çökmüş olur. Devrimci partinin gerekliliği doğrudan sınıf bilinci sorunundan kaynaklı iken Lubunfobi ve mizojini konusunda bilinçlendirme yapmayan bir devrimci parti, olsa olsa görevini yerine getirmeyen bir partidir.


” Komünist devrimcilerin amacı tüm ezme ezilme ilişkilerini, ayrıcalıkları ortadan kaldırmaktır. Cinsel özgürleşmeyi kendi insanlık projesinin, mücadelesinin bir parçası haline getirmeyen bir komünist hareketin, işçi hareketinin dünyayı değiştirebilme iddiasını taşıyabilmesi olanaksızdır. Çünkü devrimci komünistler yalnızca önüne işçi sınıfının sorunlarını koymaz. İşçi sınıfı önderliğinde tüm insanlığın, doğanın, tüm canlı türlerinin sorunlarını önüne koyarak bunlar için somut devrimci politika üretir.


” Enternasyonal Komünistler, sınıfsal, cinsel, ulusal tüm ezme ezilme ilişkilerine karşı mücadele ederler. Cinsel azınlıklara uygulanan baskı ve şiddeti, ayrımcı politikaları işçi sınıfını boğan zincirin bir halkası olarak görür. LGBTİ+ların özgürlük mücadelesini aktif olarak desteklemekle birlikte, bu sorununda nihai çözümünün sosyalist dünya devriminden geçtiğini savunurlar. İşçi sınıfı içinde, emek örgütleri ve sosyalist sol içindeki homofobik eğilimlere karşıda mücadele etmeyi somut devrimci görevleri arasında tanımlarlar.”

20 Aralık 2022 Salı

Özne, Birey ve Biyo-iktidar

 


 Özne ve birey kavramları birbirleri ile benzeştirilen, zaman zaman eş anlamlı zannedilerek kullanımında özen gösterilmeyen iki kavramdır. Ancak bu iki kavramın arasında dağlar kadar fark vardır. Yazıya başlarken ilk olarak bu iki kavramın farklarından ve madalyonun iki yüzünden bahsedeceğim.

 Özne ve Birey arasındaki fark

  En kısa haliyle özne, bireyin içinde bulunduğu toplumdaki üst kimlikleriyle beden bulmuş halidir. Herkes var olduğu andan itibaren öznedir çünkü kapitalizm bireyleri değil, bireylerin üst kimliğini görür. bireyleşme süreci kişinin inisiyatifine müteakip ileriki süreçlerde var olabilecek bir durumdur. Doğduğumuz andan itibaren her ne kadar bir isme sahip olsak da en başında x ve y'nin çocuğu olarak tanınıp değer görürüz. Sınıflı toplumun içerisinde yer aldığımız için göreceğimiz eğitimin kalitesi de yine çocuğu olduğumuz kişilerin üretim araçlarına karşın konumuna bağlıdır. Alt sınıfa mensup bir ailenin çocuğunun, gerek gördüğü eğitimin kalitesinden, gerek çevre faktöründen dolayı eğitim hayatında başarı imkanı çok düşüktür. Akademik kariyeri kötü olan birisinin de üretim araçlarına karşın konumu ebeveyninden pek de farklı olamayacaktır. Bireyleşmenin önündeki en büyük engel ise az önce bahsettiğim senaryodaki ilk sivil toplum örgütü olan ailedir. Kişinin ailesi ile olan ilişkisi geleneklere karşı tutumunun en yoğun göstergelerinden birisidir. Gelenekçiliğe maruz kalan kişi, birey olmaktan uzaklaşıp, içinde bulunduğu toplumun herhangi bir ferdi olmaktan öteye gidemez. Materyalist bir anlayışa sahip olup, toplumu ve düzeni değiştirmeye gönül vermiş birçok insanın ailesi ile arasının kötü olmasının nedeni de budur. İçinde bulunduğu toplumun normlarını, geleneklerini, kültürünü reddedip, çeşitli otoritelerden sıyrılmış herhangi bir kişi birey olmayı başarmıştır. Cümlenin başında ‘’materyalist bir anlayışa sahip olup’’ sıfatını kullanmamın nedeni, materyalistlerin, radikal değişimlere yeltenen kişilerin halen daha toplum nezdinde meşru görünen olgulardan güç alma fırsatına sahip olmamasına denk düşmektedir. Alttan örgütlenme yöntemini benimseyen radikaller genelde tanrılarına, milletine veya devletine hizmet etmeyi gaye edinmiş kimselerdir. Var edilen özne toplumu bunu hoş karşılayabilir, ancak hiçbir soyut veya mitsel dayanağı olmayan, doğrudan toplumun alt tabakasının kurtuluşunu hedefleyen Marksist devrimciler toplumun asla kabul etmeyeceği kişilerdir.

Otorite karşısında özne ve iktidar

Ailenin, toplumun ve devletin otoritesi olmak üzere 3 temel farklı otorite mevcuttur. Öncelikle kişinin bireyleşme sürecindeki ilk belirleyici öznesi baba figürüdür. Babanın otoritesini meşru kılacak olan çocuğuyla olan manevi ilişkisi çok önemlidir. Manevi birliktelikten uzak otorite çocuğun isyankar olmasına yol açarken, manevi ilişkiyle doğru orantılı otorite çocuğun daha itaatkar olmasına yol açmaktadır. Bir baba çocuğuyla her akşam keyifle muhabbet ediyorsa, çocuğun üzerinde kuracağı otorite, çocuğun hayatı için tamamen belirleyici bir faktör niteliği taşımaktadır. Böyle bir senaryoda eğer baba oğlunu samimiyetle doğru orantılı baskılarsa çocuk her devletin vatandaşı olmasını isteyeceği yegane özne haline gelir. -Otoriteden bağımsız olarak, babanın oğlu ile sürekli samimiyet içerisinde olması, erken dönemde çocuğu için tamamen bir rol model haline gelmesi demektir.- Ama aynı senaryoda baba otoriteye başvurmaz, çocuğun kararlarına ve fikirlerine saygı duyarsa, çocuğun gelişim yönündeki tek etmeni sosyal hayatta kendisini bulmasına vesile olacak olgularla karşılaşıp karşılaşmayacağı olacaktır. Ayrıyeten böyle bir baba oğul ilişkisi çocuğun seçeceği yolda daha atılgan ve özgüvenli olmasını sağlayacak etmenler barındırmaktadır.

  Özne toplumuna dahil olmanın en önemli kuralı o öznelerden biri olmaktır. Bu yüzden entelektüel birikime sahip kişiler genellikle toplumun dışladığı kişilerdir. Günümüzde güzellik algısı, moda anlayışı, müzik zevki ve hatta siyasi görüşlerin her biri moda niteliği taşımaktadır ve metalaşmıştır. Pazarda kalan artık malların satımı için oluşturulan moda algısı, plastik cerrahi pazarını büyütmeye yarayan güzellik algısı, tek tipleşmeye müsait altyapı ağırlıklı sistematik ve sanattan uzak müzik anlayışı ve hatta burjuva sınıfına ve yardakçısı olan devlete lazım gelen politikaların muhalefet çevresince kısa vadeli benimsenip hükümet değişimlerince yinelenen devletin sağlığı. Günümüz insanı denilince kafamızda bir figür belirmektedir, dışarıda gördüğümüz kişilerin %95’i de bu figüre denk gelmektedir. Bu gibi tek tipleşen niteliklerin ne kadarından kişi toplumdan farklıysa o kadar entelektüel potansiyeli yüksektir.

 Devletin otoritesi ise bütün bu otoritelerin yoğunlaştığı son evredir. Toplumsal otorite ile yontulmuş kişiler devlete tâbi olacak özneleri var eder. Kişinin devlete olan tutumuna dair yüzeysel bir fikre sahip olmak için, geleneksel aile modelindeki baba figürü ile olan ilişkisine göz atmak yeterlidir. Ailede var olan en üst otorite olan baba, uzun vadede kişiyi sömürecek üst otorite olan devlete, kişinin yabancı kalmamasını sağlamak adına erken dönemde ortaya çıkan bir alıştırma mekanizmasıdır. Babasının hoşuna gitmeyecek davranışlar yaptığında ceza almayı göze alan ve bunu bilinçaltımda normalleştirmiş kişiler devlet otoritesi altında ne kadar isyankar olabilir ki? İşte bu yüzden aile kurumunun güçlenmesi, bürokratik yozlaşma ile paralellik gösteren bir ilişkiye sahiptir. Özne toplumunun en yoğun olduğu bölgelerde devletlerin korkacağı hiçbir şey olmaz, bu yüzden özne toplumu ne kadar yoğunsa devlette o kadar kafasına göre at koşturabilmektedir.

 Biyo-iktidar, Dini Baskı ve Ceza Kanunu ilişkisi

Dini baskıyı farklı bir başlık altında ele almanın nedeni kendi başına bir süreç olmasından ziyade bütün otorite süreçlerinde etkisinin var olmasındandır. Dini baskının felsefi altyapısını idealist felsefe anlayışı oluşturmaktadır. İdealizmin indirgemeci ve tümdengelimci mantık anlayışı günümüzde hiçbir bilimsel ve felsefi başlığın altında geçerlilik bulamamaktadır ki bunun nedeni Marx’ın “Alman İdeolojisi” eseriyle beraber idealizm ve pozitivizmi Feurbach ile birlikte alaşağı etmesidir. Marx’ın diyalektiği ile birlikte felsefe metafizikten arınmış, kendi içinde bilimsel bir paradigmaya geçmiş ve tamamen çözüm odaklı yeni bir felsefi paradigmanın ortaya çıkışı ile sonuç bulmuştur.

Ancak her ne kadar felsefi alanda yerilmiş bir görüş olsa da, idealizm günümüzde hala en yaygın kullanılan kitle kontrol mekanizmalarından biridir. 19.yy’da idealist anlayışı meşru kılan Tanrı kavramı günümüzde özne olarak değil, ide olarak karşımıza çıkmaktadır. Yöntembilimsel olarak toplumsal normların oluşturulmasında tanrı tek başına tasdik için kullanılırken, Neo-pozitivizmle beraber tanrısal düşünce metodu kullanılmaya başlandı ki bu da en az tanrı kadar metafiziksel bir yaklaşımdır. Toplumsal değişim konusunda ümitsizliğin ve kabullenişin nedeni de budur. Örneğin ortaçağda egemen oligark ve din adamları sınıfına karşı durmak günah denilerek reddedilirken günümüzde egemen burjuva sınıfına karşı durmak sadece ümitsizce reddedilmekte, sınıfsız toplum ise insan doğasına ters denilerek karşılık bulmaktadır, çünkü sınıflı toplum bir düzen olarak tanrının tahtına geçmiş ve aksi düşündürülemediği için düşünülememektedir. Putlar ve mitler belliyken bu algıların yıkılması daha kolaydır, ancak şu anın algılarının arkasındaki putlar ve mitler tek bir özneden (tanrı) ibaret olmayarak küresel bir sistemi de içerisinde barındırmaktadır (kapitalizm). Kapitalizmin bu düşünsel yapısı sadece devletler bazında değil insanlar bazında da bir iktidara yerleştiğinin göstergesidir ve bu iktidar başlı başına biyolojik bir iktidardır (biyo-iktidar). Diyalektik ve materyalizm anlayışı ile herhangi bir soruna tümevarımsal yaklaştığımızda her sorunun istisnasız sınıfsal olduğunu anlayabiliyoruz. Bütün otoritelerin nasıl var olduğunu ve nasıl inşa edildiğini, bütün otoritelerin güç aldığı gizli özneleri ve sistemi de bu şekilde ifşa edebilmekteyiz.

 Ceza kanunu ve anayasal boyutta ise biyo-iktidarın analizinde dikkate almamız gereken bir konu var, ceza kanununun sayfa sayısı. Biyo-iktidarın oluşumu kapitalist toplumun oluşumuyla başlamıştır ve sizin de takdirinizdir ki günümüzde medeniyete uzak olarak tasvir edilen bölgeler geç kapitalistleşme aşamasını atlatmış bölgelerdir. Öyle ki biyo-iktidarın zamansal düzlemde olgunlaşmadan kapitalist pazarda egemen olmaya çalışan devletler baskıcı ve otoriter devletlerin ta kendileridir. Misal, Rusya ve Çin gibi kapitalizme sosyalist toplumun ani lağvedilmesiyle geçmiş ülkeler, kapitalist toplumun yazılı olmayan kurallarına aşina olmayan halkının önüne ancak otorite ile çıkabilmektedir. Şu an ise kendilerini özgürlüğün ve medeniyetin timsali olarak lanse eden devletlerin tarihi ise bir o kadar kirlidir. Avrupa ve ABD’de gelişen biyo-iktidarın tohumları feodal düzenden kapital düzene geçişin ilk dönemlerinde atılmış ve bu tohumların ekimi için de toprak bir hayli eşelenmiş, tahrip edilmiştir. Avrupa ve ABD’nin işlediği insanlık suçlarına değinmeye gerek görmüyorum bu noktada. Bu noktada tek bir istisnayı varsayabilirim. Mevcut küresel düzen içerisinde, düzene yabancı uygarlıkların oluşturmuş olduğu otonom düzen, ve kapitalist pazar içerisinde iddialı olmayan, farklı bir işlev ile bu pazara dahil olan devletler.

    Kısaca, mevcut küresel pazara uygun olması gereken toplum yapısının hakemliğini yapan biyo-iktidarın olgunluğu, ele alacağımız devletlerin ceza kanunu sayfaları ile ters orantılıdır desek yanlış olmaz.

Son olarak

   Özne toplumunu, öznelerin düşünsel sınırlarını, öznelerin işlevlerini belirleyen nihai unsurun kapitalist sistemin kendisi olduğunu anladık. Biyo-iktidar, öznelerin sınırlarını çizen, biyolojik olarak düşünceye sınır koyan bir olgu, bunu da anladık. Biyolojik sınırlamaların nedeni olan biyo-iktidar, etki ettiği unsurlar gibi kendisi de biyolojiktir. Yani biyo-iktidar kapitalizmden bağımsız bir olgu değil, kapitalizmle beraber ortaya çıkması gereken zorunlu bir olgu, kapitalizmin işlevsel olarak farklı bir koludur. İşlevselcilik de kapitalizmin kodladığı bir olgudur. Velhasıl burada değinmek istediğim asıl konu kapitalizm ve onun kodlamaları. Özne toplumu, özne toplumunun düşünsel yapıları, özne toplumunun işlevleri ve hatta özne toplumunu anlamaya yönelik analiz metodolojisi bile kapitalizmin kodlamasıdır. Analitik ve işlevselciliğin içselleştirilmesi kapitalizmin korktuğu bir şey değildir. Var olan çelişkilerin anlaşılıp, anlamlandırılması da. Kapitalizm çelişkileri meşrulaştırmaktadır. Analitik felsefe bu çelişkileri çok iyi açıklayıp önümüze sunabilir, ancak değişimin mümkün olduğuna dair hiçbir önerme ileri süremez. Kapitalizm bir olgudur ve olgular uzamsaldır, uzamsal olanın başı ve sonu olmak zorundadır. Felsefe tarihi boyunca da bu böyleydi ancak kapitalizmin biyo-iktidarı öyle bir mekanizma ki, değişimine ve yok oluşuna en yabancı kalınan olgu olduğuna dair hakim olduğu özne toplumunu çok iyi ikna etmiştir.


En Çok Okunanlar