Bu Blogda Ara

Öne Çıkanlar

Eskişehir’deki faşist terör saldırısı: Faşizan propagandanın gençler üzerindeki etkisi.

  12 Ağustos tarihi olmak üzere Eskişehir’de 18 yaşında bir faşist halka bıçakla saldırdı. Terörist canlı yayınladığı saldırıda nerdeyse hep...

15 Ekim 2021 Cuma

Enternasyonal Komünist İşçi Birliği Manifestosu





Giriş


Köhnemiş olan Emperyalist-Kapitalist sistem küresel ölçekte gezegenimizi yıkıma sürükleyen birleşik bir kriz içindedir. 80'li yıllardan sonra yaygın şekilde uygulanan Neo-Liberal politikalar gezegenimizin dört bir yanında tel tel dökülmektedir. Dünyayı kasıp kavuran Covid-19 salgınıyla birlikte, küresel kapitalist kriz boyut atlayarak birleşik bir krize evrilmiştir.



Dünyayı kasıp kavuran Covid-19 salgını -bu yazının yazıldığı tarihte- birinci yılını geride bıraktı. Salgının üzerinden bir yıl geçmesine rağmen kontrol altına alınamamakla birlikte, vaka ve ölüm oranlarında küresel düzeyde artış yaşanmaktadır. Salgının küresel boyutları siyasal ve ekonomik olarak gezegenimizde büyük yıkımlar yaratmaktadır. Salgının yayılmasıyla birlikte tüm imalat sistemi çökmekte, ayrıca hastalığın yayıldığı her ülkede ekonomi, hem hastalığın yayılmasından dolayı, hem de bu yayılmayı kısıtlamak maksadıyla alınan tedbirlerden dolayı felç olmuştur.

Covid-19'la birlikte çoklu bir krize bürünen Kapitalizm, tüm sınıfsal çelişkilerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

Hudutlar kapatılmakta, kitlesel işten atmalar artmakta, salgın nedeniyle işçi ölümleri artmakta, eğitim sistemleri iflas etmekte, piyasanın emrine amade edilmiş sağlık sistemi ölüm saçmaktadır. Hükûmetler küresel düzeyde şirketleri ve holdingleri kurtarmak için seferber olmaktadır. Burjuva hükûmetler küresel düzeyde baskı aygıtlarını güçlendirmekte, savaş yatırımlarını artırmakta, milliyetçi şoven dalgayı yükseltmektedir. Dünya çapında tüm merkez partiler erimekte, burjuva demokrasisi rafa kalkmakta, burjuva demokrasisinin kalesi olan ABD ve Britanya'da bile ikili partili siyasal düzenler çatırdamaktadır. Küresel Kapitalizm, yalnızca iktisadi ve sağlık krizi yaşamamaktadır. Küresel düzeyde ekolojik yıkımın yol açtığı büyük bir iklim kriziyle de boğuşmaktadır. Ekolojik krizin boyutları gezegenimizde geri dönüşü olmayan, canlı türlerinin kitlesel imhasına sebep olacak bir noktaya evrilmektedir. Kapitalizmin tüm krizleri ve burjuva hükûmetlerin politikaları, emekçilerin ve ezilenlerin sorunları küresel bütünleşme sürecine girmiştir. Bu sorunlar ulusal ölçekte çözüme kavuşacak nitelikte değildir. Bu sorunlar Kapitalizmin içinde reformlar yoluyla çözülecek nitelikte değildir. Kapitalizm miadını doldurmuştur. İnsanlığın gelişiminin önünde engel olmakla birlikte, gezegenin sonunu hazırlayan yıkımları beraberinde getirmektedir. Bugün Sosyalist dünya devriminden bahsetmenin tam zamanıdır! Sosyalist dünya devriminin bir ütopya olduğundan veya Stalinci deneyimleri örnek göstererek, insanlığın, içinde bulunduğu bu duruma çare olamayacağını savunan, onun yerine sistem içi alternatifler arayan her eğilim, küresel kapitalizmin suç ortaklığına soyunmaktadır. İçinde bulunduğumuz süreç
" Sosyalizm veya Barbarlık" alternatifinde düğümlenmektedir. Yaşadığımız çağ proleter devrimler ve küresel kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderme çağıdır. Lakin bu süreç tarihsel bir evrimin ürünü olmayacaktır. Bu süreç proletarya önderliğinde tüm ezilenlerin enternasyonal düzeyde vereceği militan mücadelenin eseri olacaktır. Bunun için gerekli yegane araç Enternasyonal Komünist dünya partisidir.

Kapitalizm küresel düzeyde tel tel dökülmesine rağmen hâlâ ayakta kalmasının tek nedeni devrimci önderlik krizinin kendisidir.

Burjuvazinin birleşik krizine paralel olarak boy gösteren, emekçilerin ve ezilenlerin devrimci önderlik krizi vardır. Bu kriz aşılmadan kapitalizmi aşmak mümkün değildir.
"İnsanlığın krizi devrimci önderlik krizine indirgenmiştir" 82 yıl önce yapılan bu çağrı tüm yakıcılığını korumaktadır. Bu krizden çıkmanın tek yolu devrimci partinin inşasına odaklanmak ve devrimci partinin inşası için sistematik ve programlı bir devrimci hazırlık sürecine girmektir. Bu çalışma, bu amaca hizmet etmek için kaleme alınmaktadır. Devrimci krizin temelinde ideolojik ve örgütsel bir kriz yatmaktadır. Bu durumda devrimci program ve örgüt sorununda cisimleşmektedir. Bu çalışma platformumuzun Enternasyonal Komünist program çerçevesini oluşturmak, devrimci hazırlık görevlerini somutlamak ve onun pratik ayaklarını örmeyi amaçlayan bir inşaa perspektifi sunmak ve muhataplarına ulaştırmak amacıyla yapılmıştır.


KOMÜNİST DEVRİMCİLİĞİN AYIRT EDİCİ YÖNLERİ

"İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır. İşçi sınıfının kurtuluş savaşımı, sınıf ayrıcalıklarını ve tekelleri yaratmak için değil, eşit hak ve ödevler için, her türden sınıf egemenliğini ortadan kaldırmak içindir.

Bütün biçimiyle köleliğin, toplumsal sefaletin, zihinsel çöküş ve siyasal bağımlılığın temelinde, çalışan insanın iş araçlarını (yani tüm yaşam kaynaklarını) tekelinde bulunduranların ekonomik boyunduruğu altına sokulması yatar. Bu nedenle, işçi sınıfının ekonomik kurtuluşu, her siyasal hareketin bir araç olarak tabi olması gereken büyük hedeftir. Bugüne dek, bu büyük hedefe yönelen tüm çabalar, her ülkede emeğin çeşitli kesimleri arasındaki dayanışma eksikliği,
çeşitli ülke işçi sınıfları arasındaki kardeşçe bağın yokluğu nedeniyle başarısızlığa uğramıştır. Yerel ya da ulusal değil, modern toplumun var olduğu bütün ülkeleri kucaklayan toplumsal bir sorun olan emeğin kurtuluşunun gerçekleşmesi, sonuç olarak en ileri ülkelerin pratik, teorik iş birliğine bağlıdır. Avrupa’nın en sanayileşmiş ülkelerinde işçi sınıfının bugün canlanmakta oluşu hem yeni umutlar doğurmakta, hem de eski hatalara düşülmesine karşı ciddi bir uyarıda bulunma, hâlâ birbirinden kopuk olan hareketleri birliğe çağırmaktadır.”

İşçi sınıfının ilk uluslararası örgütü olan Birinci Enternasyonal’in tüzüğünde bu ibareler mevcuttu. 28 Eylül 1864 yılında kurulan Birinci Enternasyonal bir siyasal akım olarak komünizmin diğer siyasal akımlardan temel ayırt edici özelliklerini somutlayan nitelikteydi. Komünistler, işçi sınıfının bir kesiminin değil tamamının tarihsel ve siyasal çıkarlarını savunmaktadır. Komünistler yerel yada ulusal ölçekli bir mücadele değil uluslararası ölçekli bir mücadele vermekle birlikte, sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz, devletsiz, patronsuz bir dünya için kavga verirler. Bu hedefler komünist devrimcileri, gerek işçi sınıfı ve ezilen kesimlerdeki diğer siyasal akımlardan, gerekse de burjuva saflardaki siyasal akımlardan tamamen ayırır. Siyasal mücadele en genel anlamıyla iktidar için mücadeledir. İktidar için mücadele, devleti ele geçirme mücadelesinin bir diğer adıdır. Bu durumda amacı devleti ve devlete ihtiyaç duyulan nesnelliği ortadan kaldırmak olan komünizm için mücadelenin de, siyasal bir mücadele olduğunu söylemek doğru mudur? Komünizm için mücadele, aynı zamanda siyasetin ortadan kaldırılması için bir mücadele olmakla birlikte, kendine özgü bir siyasal mücadeledir. Komünizmin siyasal bir mücadele olmasın temel nedeni ; Komünist bir dünyaya tarihin evriminin bir ürünü olarak ulaşamayacağımız, ona ancak işçi sınıfının önderliğinde ezilenlerin kendi öz mücadelesiyle ulaşılabileceğimiz gerçekliğinde yatmaktadır. Bu gerçeklik, komünist devrimciliğin hedefinin, kendisini bir sınıf diktatörlüğü olarak örgütlemiş burjuva devletin ele geçirilip hükümet olmak değil, burjuva devleti imha edip yerine sovyet organlarının iktidarına dayanan, komünist dünyaya giden yolun önünü açan, daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş yarı devlet kurmakta düğümlenmektedir. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak komünistlerin siyasal mücadelesi, burjuva devletin aygıtlarıyla, kurumlarıyla, hukukuyla sürekli kavgalı olmayı gerekli kılmaktadır. Komünist siyasetin başladığı nokta bu hedefin benimsenmesinde ve bu hedefe yönelik örgütlenme içerisine girmekte düğümlenmektedir. Tüm siyasal akımlar iktidarı ele geçirme hedefiyle parti kurarlar, örgütlenirler, onları iktidara getirecek kitlelerin desteğini alabilmek için çeşitli faaliyetler içerisinde bulunurlar. Komünistler de parti inşa ederler, hedefledikleri kitle içerisinde siyasal faaliyet yürütmeye, örgütlenip kitleselleşmeye çalışırlar. Komünist devrimcilerin siyasetinin temel ayırt edici yönlerinden biriside şudur: Diğer tüm siyasal akımlar kitleleri nesne olarak görürler, kitlelere çeşitli vaatlerde bulunurlar. Kendi iktidarlarında yapacakları icraatlerin ne olduğunu anlatmaya çalışırlar. Bu siyasal akımların tasavvur ettikleri iktidarda yöneten ve yönetilen ayrımı kalıcı olmakla birlikte, yöneten kesim üzerinde doğrudan bir denetim mekanizması söz konusu değildir. Komünist devrimciler ise, bir partinin önderliği sayesinde, iktidarın proletarya tarafından ve sovyet tipi doğrudan demokrasi araçlarıyla ele geçirilmesi için mücadele ederler. Kendi partisinin iktidarı yerine işçi sınıfının iktidarını koyarlar. İnşaa ettikleri düzenin temelini işçi sınıfının doğrudan demokrasi aygıtı olan sovyet organları üzerinden kurarlar. Hedeflerine ulaşabilmenin temel koşulu da tüm toplumun devlet yönetimine katılımına bağlıdır. Bu ne küçük bir ayrıntıdır, ne de romantik bir hülyadır. Komünistler iktidarı kendi partisinin eline geçirmek için değil, işçi sınıfının egemen sınıf olarak iktidarı ele geçirmesi için mücadele ederler. Komünist siyaset yalnızca öznesi itibarıyla değil, içeriği ve biçimiyle de tüm siyasal akımlardan keskin bir ayırt ediciliğe sahiptir. Komünist siyasal mücadele bıçak sırtında yürüyen bir mücadeledir. İlkelerden, hedeften küçük tavizler vermek, kitleselleşmek adına popülizm yapmak, ufuk kaybına neden olmakta ve örgüt süreç içerisinde düzen içine kanalize olmaktadır. Bugün komünist siyaset adı altında reformizm, parlamenterizm, sendikalizm, sosyal yurtseverlik, sosyal demokratlık yapan birçok akım mevcuttur. Bu akımların kopuşunda yatan temel neden, teorik ve politik kavrayışta somutlanmaktadır. İşçi sınıfının siyasal mücadelesiyle, ekonomik mücadelesini birbirinden ayıran, aralarına duvarlar ören, asgari, azami program ayrımları öne sürüp, sosyalist devrimin önüne türlü türlü aşamalar koyan, onu çıkmaz ayın son çarşambasına erteleyen anlayışlar, komünist devrimciliği reformizme hapsetmektedir. Burjuva diktatörlüğünü yıkmak, parçalamak yerine, onun kuralları içinde iktidar olmayı, emekçi sınıflar lehine reformlar yaparak sosyalizme ulaşmayı hedeflemektedir. Bu tarz akımların devrimci kabarışları sistem içinde tutmak, onun enerjisini tüketmek dışında bir misyonu yoktur. Programatik olarak aynı temelli aşamalı devrim programı olan, ama eylem biçimi itibarıyla küçük burjuva radikalizmine dayanan akımlar çoğu zaman reformizmin alternatifi gibi görünmektedir. Fakat sert söylemleri ve eylemleri kazındığı zaman programından reformizm dışında hiçbir şey çıkmamaktadır. Bu tarz akımların akıbetlerini iki şekilde somutlayabiliriz. İktidarı alamamış küçük burjuva radikalizmine dayanan devrimci demokrat akımların neredeyse tamamı, yıllarca silahlı savaş verdikleri devletlerin sistemine entegre olarak, mevcut düzenin sol muhalefeti olmuşlardır. Latin Amerika’daki birçok gerilla önderi yıllarca savaştıkları devletlerin bakanına, başkanına dönüştüler. İktidara gelenler ise Çin, Vietnam, Küba, Nikaragua vb örneklerde işçi sınıfı yerine kendi partisinin bürokratik iktidarını kurarak, sosyalizmi ulusal kalkınmacı, devletçi bir rejime indirgeyerek, sınıfsız, sömürüsüz topluma giden yolun önünde aşılması gereken yeni barikatlar koymaktadır. Komünist devrimciliğin asli görevi işçi sınıfının siyasallaşmasını ve örgütlenmesini sağlamaktır. Sınıfının siyasallaşmasının, öz-örgütlenmesinin gelişmesine öncülük ve önderlik etmek, bunun için gerekli hazırlık ve donanımı işçi sınıfına sunmaktır.

Komünist devrimciliğin işçi sınıfı saflarındaki diğer akımlardan temel farklarından birisi sınıfa devrimci siyasal bilinç taşımasıdır. İşçi sınıfına devrimci siyasal bilinç taşımak, sınıfa akıl vermek, bilimsel eğitim faaliyeti yürütmek değildir. Komünistler işçi sınıfına bilimsel bilgi değil, devrimci siyasal bilinç taşırlar, bu bilincin sınıfının içinde üretilmesi ve harekete geçirilmesiyle yükümlüdürler. Sınıfa siyasal bilinç taşımak teorik bir çalışmadan çok pratik bir faaliyettir. Sınıfa bilinç taşıma eylemi sınıfın dışında yer alan küçük burjuva aydınların yol gösterici ültimatomlarına indirgenemez. Sınıfa bilinç taşıma faaliyeti, bizzat sınıfın içinde yer alan proleter komünist militanlar aracılığıyla yapılır. Sınıfa siyasal bilinç taşıma, sendikalist ve ekonomist bilinç değildir. Bu zaten sınıfın içinde kendiliğinden oluşabilen bir bilinçtir. Siyasal bilinç taşıma faaliyeti, sendikalist, ekonomist mücadelenin dışında verilen bir mücadeledir. Siyasal mücadele her şeyden önce örgütlü şekilde yürütülür. Siyasal mücadele için siyasal bir örgüte, partiye ihtiyaç vardır. Örgüt ve parti olmadan siyasal mücadele vermek olanaksızdır. Komünist devrimcilerin tüm siyasal akımlardan temel ayırt edici yönlerinden birisi de parti anlayışında düğümlenmektedir. Devrimci komünist bir partinin geniş kitleleri, sınıfın tümünü içine alması gerekmez. Devrimci Komünist parti sınıfın en bilinçli, en militan ve mücadeleci kesimlerinin örgütüdür. Komünist militanlar sınıfın geri kalan kesiminin öz kitle teşkilatlarının örgütlenmesi, sınıfın kendi iktidar aygıtlarının inşası için mücadele ederler. Devrimci Komünist parti yığınları kendi saflarında örgütleyen bir kitle örgütü değildir. Yığınların kitle örgütlerinin oluşmasına öncülük eden ve onlara harekete geçme özgüven ve tecrübesinin oluşması için mücadele verir. Devrimci Komünistler her mücadeleyi, proletaryanın tarihsel hedefinin bilincine varması için araca dönüştürür. En basit ücret artışı veya var olan yasal haklarını korumak için verilen mücadeleyi dahi sosyalist devrim perspektifine taşımak için kullanmalıdır. Gündelik mücadelelerde yalnızca günlük çıkarları değil proletaryanın tarihsel çıkarlarını, sınıfın bir kesiminin değil tamamının çıkarlarını savunurlar. İşçi sınıfının etrafında tüm ezilenlerin birliğini sağlamak için mücadele ederler. İşçi sınıfını kısır, işyerine hapsolmuş ekonomik mücadelelerinden kopartıp, sınıfın siyasallaşmasını baş hedef olarak belirler ve her fırsatı siyasal iktidar mücadelesine bağlar. Komünist devrimci siyasetin temel ayırt edici yönlerinden birisi de kendisini ulusal bir mücadeleye hapsetmemesinde yatmaktadır. Devrimci Komünistler mücadelesini ve teşkilatlanmasını enternasyonal ölçekte yapar. İktidar mücadelesi ayak bastığı coğrafyada başlar, ama orada son bulmaz. Kendi devriminin kaderini dünya devrimine bağlar. Sosyalist devrim ulusal arenada başlayan, uluslararası arenada gelişen dünya çapında son bulan sürekli devrimlerin toplamıdır.

DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ VE GÖREVLERİ

*) DEVRİMCİ PARTİ PROLETARYA PARTİSİDİR

Devrimci partinin en temel özelliği işçi sınıfının partisi olmasıdır. Partinin üyeleri, günlük faaliyetleri ve bu faaliyetlerinin merkezi işçi sınıfına dayanmalıdır. Devrimci parti işçi sınıfının en mücadeleci, en militan en bilinçli kesimlerini saflarında örgütlemiş, işçi sınıfının mücadelesinde etkin rol oynayabilecek düzeyde olması gerekmektedir. Partinin programı ve siyasal doktrinleri ne kadar Marksizm'e dayansa da, işçilerden yana bir dünya tasavvur etse de, militanları işçilerden oluşmuyorsa, faaliyet alanları işçi sınıfına dayanmıyorsa, o parti sınıfın devrimci partisi olamamıştır. Üyeleri öğrencilerden, akademisyenlerden, beyaz yakalılardan, küçük burjuvalardan oluşan ve faaliyetlerinin merkezi işçi sınıfına dayanmayan bir grubun programı ne düzeyde Ortodoks Marksist olursa olsun ne düzeyde kendisini sınıfın devrimci partisi olarak ilan etse de kötü bir karikatürden başka bir fonksiyonu olmaz. Küçük bir devrimci siyasal grup ilk olarak öğrenci gençlikten aydınlardan oluşabilir. Fakat bu grup sınıfa yönelmeden, faaliyetlerinin merkezine işçi sınıfını koyup, sınıf içinde kök salmadan asla bir devrimci gruba dönüşemez. Bu tarz gruplar genellikle öğrenci gençlik içinde çabuk kitleselleşebilmektedir. Fakat faaliyet alanları işçi sınıfına dayanmayınca, yürütmüş olduğu tüm pratik küçük burjuva kent aydınlarına ve iyi okullarda okuma şansı edinmiş öğrenci gençliğe Marksizm'in haklılığının propagandasını yapıp saflarına aydın devşirmekten başka bir işlev görmemektedir. Sınıfın devrimci partisini kurma hedefiyle yola çıkan bu toplulukların faaliyetleri sınıfa dayanmayınca, bolca Marksizm üzerine gevezelik yapan entellektüeller ordusuna dönüşmektedir. Hiçbir entellektüelker ordusu, öğrenci hareketi, gerilla teşkilatı, teorileri ve siyasal doktrinleri ne kadar kusursuz olursa olsun asla işçi sınıfı içinde kök salmış devrimci komünist partinin işlevini göremez.

*) PARTİ PROLETARYANIN ÖNCÜ MÜFREZE BİRLİĞİDİR

İşçi sınıfı tarih sahnesine çıktığından bugüne dek burjuvazi karşısında kendisini savunabilmek için her zaman teşkilatlanma faaliyeti içerisinde bulunmuştur. İşçi teşkilatlanmaları sistemde yaşanan büyük krizler ve devrimci kabarışlar dönemi dışında her zaman sınıfın küçük bir kesimini saflarına katmıştır. Çünkü sistemde yaşanan siyasal ekonomik krizler ve devrimci kabarışlar dönemi dışında her zaman egemen sınıflar, devletin ideolojik aygıtlarını kullanarak kendi fikirlerini ve çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak sunmaktadırlar. Olağanüstü krizler ve devrimci kabarışlar dönemleri dışında burjuva ideolojisinin hegamonyası hakimdir. İşçi sınıfının içinde de, sınıf bilincinin gelişimi açısından eşitsiz bir gelişim söz konusudur. Bunun sonucu olarak olağan dönemlerde sınıfın ezici çoğunluğunda burjuva ideolojisi hakimdir. O yüzdendir ki, devrimci parti işçi sınıfının en bilinçli, en militan kesimlerinden oluşur. Devrimci parti inşası yolunda sınıf bilinçli işçileri örgütlemeyi hedefler. Bir devrimci grup işçi sınıfının en militan ve en bilinçli kesimini örgütlemeyi hedefler fakat işçi sınıfının tamamının bilinç düzeyini arttırmaya yönelik ajitasyon, propaganda faaliyetinden de geri durmaz.


Devrimci partinin en temel özelliklerinden birisi de işçi sınıfının öncü müfrezesi olmasında yatmaktadır. Fakat öncü parti kavramı o kadar deforme edilmiştir ki, bu gün bu iddiada bulunan bir çok teşkilat ya kendisini sınıf yerine ikame etmektedir yada öncülük adı altında işçi kuyrukçuluğu yapmaktadır. Öncelikle işçi sınıfının öncü devrimci partisi sınıfın dışında duran sınıf adına politikalar üreten entellektüeller elitinden kurulamaz. Sınıfın öncü partisi sınıfın ana gövdesinin içinden çıkan; en militan, en bilinçli Marksizm'i eylem kılavuzu olarak benimsemiş işçiler tarafından kurulur. İşçi sınıfının tüm mücadelelerinin fiili örgütleyicisi ve onu ileriye taşıyan, radikalleştiren unsurlarıdır. Sınıfa öncülük, sınıfın dışında kalan bir takım öğrenci gençliğinin ve küçük burjuva kent aydınlarının sınıf için en iyisini biz biliriz edasıyla, dışarıdan sınıfa seslenerek ve sınıf yerine kendi örgütünü ikame ederek verilemez. Öncü partinin fabrikalarda, atölyelerde, şantiyelerde, madenlerde, tarım arazilerinde, sokaklarda, kısaca sınıfın ana gövdesinin içinden kazandığı Marksizm'i kendisine eylem kılavuzu yapmış, kadın ve erkek militan işçilerle sınıfa öncülük eder. Öncü parti sınıfın peşinden koşmaz. İşçi sınıfının gündelik mücadeleleri içerisinde yer alır fakat sendika bürokrasisinin peşinden sürüklenerek bunu gerçekleştirmez. İşçi sınıfının içinde örgütlenmek ve kitleselleşmek için kendi siyasal doğrularını geri plana itip, sınıfın geri bilincine seslenerek öncülük gerçekleştiremez. İşçi sınıfının öncü partisi sınıfın tüm gündelik mücadelelerine katılır fakat her fırsatta sınıfın yaşadığı sorunlar üzerinden sermaye devletini teşhir ederek, devrimci komünist ajitasyon, propaganda ve örgütlenme faaliyeti gerçekleştirir. Henüz parti olamamış küçük devrimci gruplarda, faaliyetini salt ajitasyon propagandaya indirgememelidir. Gücü oranında işçi sınıfının tüm mücadelelerine aktif katılım sağlamalıdır. Fakat buradaki amacı sınıf mücadelesi deneyimlerini artırmak, sınıf içinde bağlar kurmak, mücadele alanları içerisinde devrimci komünist ajitasyon, propaganda, örgütlenme alanları açmayı hedeflemelidir.

Aksi hâlde sınıfa yönelik tüm faaliyetleri kuyrukçu bir dayanışmacılığa indirgeyen gruba evrilmesi kaçınılmaz bir sondur.


*) DEVRİMCİ PARTİ YERALTI PARTİSİDİR

Devrimci partinin nihai hedefi, ne burjuva düzen içerisinde bir iktidar değişikliği nede burjuva devlet aygıtlarında restorasyonlar gerçekleştirip, emekçiler lehine bir takım reformlar koparmaktır. Devrimci partinin nihai amacı burjuvaziyi ekonomik ve siyasi olarak mülksüzleştirmek, tüm burjuva devlet aygıtlarının ilgasını gerçekleştirip yerine emekçi sınıfların öz yönetim organlarının iktidarını gerçekleştirmektir. Marks’ın manifestoda belirtiği gibi ” Komünistler görüş ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler”. Devrimci komünistlerin amacı açıktır: Burjuvazinin hüküm sürdüğü her şeyin ilgasını gerçekleştirmek. Devrimci komünist fikirlerin bir kısmını terk ederek veya yumuşatarak daha kitlesel olup, kestirmeden devrimci partiyi inşa edebileceğini savunmak her şeyden önce açık bir oportünizmdir. Burjuva düzen içerisinde, burjuva demokrasisinin verdiği olanaklar dahilinde devrim yapılacağını savunmak her şeyden önce emekçi kitleleri silahsız bırakmaktır. 70’li yıllarda bunun örneği Şili’de acı bir şekilde tecrübe edilmiştir. Burjuvazinin ve onun devlet kurumlarının, yasalarının hüküm sürdüğü yerde devrim gerçekleşemez. Burjuvazi tüm ordusu, kolluk güçleri, istihbarat birimleri, gizli suç örgütleriyle teşkilatlanarak iktidarını sürdürmektedir. Burjuva demokrasisinin en gelişkin olduğu ülkelerde dahi gerek medya olsun, gerekse de partiler, legal işçi teşkilatları burjuvazinin belirlediği kurallar dahilinde faaliyet yürümektedir. Burjuvazinin belirlemiş olduğu kuralların dışına çıkıldığında burjuva devletin yaptırımları gerçekleşir. O yüzdendir ki; devrimci parti burjuva devletin koyduğu kurallara tabi olmadan inşasını gerçekleştirmek zorundadır. Devrimci partinin ana gövdesi illegalite kuralları içinde faaliyet yürüten yeraltı partisi olmak zorundadır. Devrimci parti işçi sınıfının ve ezilenlerin çıkarlarının militan savunucusu olduğunu pratiğin içinde kanıtlamak zorundadır. En sert biçimde gerçekleşecek sınıf mücadelesine , kitlesel isyanlara, devrimci kabarışlara önderlik edebilecek, silahlı ayaklanmaları yönetebilecek düzeyde kendisini hazırlamalıdır. Bu şu anlama gelmemektedir, parti işçi sınıfı içindeki faaliyetlerini askıya alıp, kendi küçük silahlı gruplarını kurup, sınıftan kopuk küçük burjuva radikalizmine dayalı eylem tarzını benimseyemez. Devrimci partinin faaliyetlerinin merkezinde her koşulda işçi sınıfı vardır. Tüm legal alanlarda faaliyet yürütür. Her koşulda ve her alanda işçi sınıfının tabandan gelen militan mücadelesiyle devrimin gerçekleşeceğinin propagandasını yapmaktan geri durmaz. Bunun araçlarının da işçi milislerinden geçtiğini her zaman dile getirir. Devletin kolluk güçlerinin ve faşist çetelerin saldırıları karşısında öz savunma komitelerinin kurulmasına ön ayak olur. Emekçi sınıfların isyanları ve ayaklanmaları dönemlerinde mücadeleyi devrimci bir rotaya sokmak için hızla silahlı bir ayaklanmaya önderlik etme niteliğine sahip olmalıdır. Bir devrimci partinin amacı kendi militanlarının ne kadar savaşçı ve gözü kara olduğunu kanıtlamak değildir. Devrimci partinin amacı emekçi sınıfları militanlaştırmak ve kararlı radikal bir mücadelenin içine sokarak onlara önderlik etmektir. O yüzdendir ki devrimci partinin ana gövdesi işçi sınıfının, ezilenlerin içinde olmakla birlikte illegalite kurallarını uygulayan legal alanlarda aktif çalışabilen yeraltı partisi olmak zorundadır.

*) DEVRİMCİ PARTİ DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİLİK İLKESİNE GÖRE FAALİYET YÜRÜTÜR

Demokratik merkeziyetçilik devrimci partiyi var eden ana unsurlardan biridir. Demokratik merkeziyetçilik ilkesi partinin iç işleyişini ve çalışma tarzını belirleyen temel unsurların düğümlendiği ilkedir. Bir partinin iç işleyişi ve çalışma tarzı tasavvur ettiği iktidar biçimine benzemek zorundadır. Emekçi sınıfların özyönetim organları ( Sovyet, komite, konsey) aracılığıyla iktidarı savunan bir partinin, devrimci grubun iç işleyişi ve çalışma tarzı da bunu yansıtmak zorundadır. Aksi hâlde hem sınıfa hem kendi militanlarına ve sempatizanlarına yabancılaşma süreci kaçınılmaz olur. Bunun sonucu olarak da bürokrasinin partiyi ele geçirme süreci başlar. Partide demokrasi esas olmalıdır, politik kararlar ve örgütsel faaliyetlerin belirlenmesi küçük bir merkez komite azınlığı tarafından alınmamalıdır. Devrimci parti demokrasiyi esas almalıdır. Çünkü parti içi demokratik aygıtlar geliştiği ölçüde partinin niteliksel gelişimi gerçekleşir. Unutulmaması gereken durum şudur ki; parti sınıfın üstünde bir elitler tabakası veya nihai bir amaç değildir. Parti yalnızca işçi sınıfının kurtuluşu ve devrim için gerekli olan araçtır. Eğer partide demokrasi ve özgür tartışma ortamı yoksa, partinin siyaset üretme sürecinde parti tabanındaki işçilerin bir rolü yoksa, yalnızca küçük bir merkez komite tarafından kararlar alınıyorsa, o parti işçi sınıfının somut durumuna cevap verecek, müdahil olacak politikalar üretemez. Çünkü işçi sınıfının somut ihtiyaçlarını, burjuvazinin politikalarına karşı nasıl refleksler verdiğini, neye hazır olup olmadıklarını bir takım entellektüel gevezeler değil, ancak onlarla aynı hayatı yaşayan, aynı kaygıları olanlar bilebilir. O yüzdendir ki faaliyetlerinin merkezi ve üyelerinin ezici çoğunluğu emekçi sınıflara dayanmayan, siyaset üretim sürecinde parti tabanının asli özne olmadığı bir parti dünyanın en iyi teorisyenlerinden de oluşsa işçi sınıfının somut ihtiyaçlarına cevap verecek devrimci politikayı ve pratiği ortaya koyamaz.


Kapitalist sistem içerisinde bir işçi, iş yerinde ürettiği her şeye yabancılaşmıştır. Ne ürettiğinin sahibidir ne de üretim sürecinin örgütlenmesinde bir söz hakkına sahiptir. Aynı şekilde yaşadığı ülkenin yönetiminde de hiçbir söz hakkına ve değere sahip değildir. Yalnızca seçim zamanları oy istenirken hatırlanır. İşçi mücadelesini sistem içinde tutmaya ve pasifize etmeye yarayan, patronlar için emniyet kemeri işlevi gören sendikalarda bürokrasinin mutlak hakimiyeti vardır. Sendikal bürokraside işçilere söz, karar, yetki hakkını sürekli kapatmaya çalışır. İşçiler burada da asli özne değildir. Hayatın her alanında hiçbir söz hakkı olmayan, her alanda nesne olan işçi sınıfının asli özne olabileceği tek yer kendi öz teşkilatı olan partisidir. Eğer devrimci parti içinde de işçilerin, emekçilerin söz, karar, yetki hakları yoksa, orada da onların adına entellektüeller kastından oluşan küçük bir merkez komite karar veriyorsa, hayatın tüm alanlarında başlayan yabancılaşma kendi öz teşkilatı olarak gördüğü partisinde de başlar. Bu yabancılaşmanın sonucu ise kendisinin karar alış sürecinde bulunmadığı fakat pratik faaliyetini kendisinin yürüttüğü bir işleyiş başlar. Burada da yöneten ve yönetilen sınıfı ortaya çıkmış olur. Yönetilen parti tabanı kendisine sorulmadan alınmış kararların faaliyetini yürütürken devrimci motivasyon yerini memuriyet ilişkilerine bırakır. Bu sürecin kurumsallaşması da, partinin kendi iç işleyişinde karşı çıktığı düzene benzemeye başlar. Bir devrimci grubun, partinin temel görevlerinden biriside, kendi kendisini sürekli olarak örgütlemesidir. Yeni hedefler, yeni mevziler kazanmak için tüm parti ve çevresini bu hedefler doğrultusunda kollektif seferberlikler içerisine sokmalıdır. Bir parti tüm militanlarının, sempatizanlarının tecrübe, birikim ve niteliğini arttırması zorunluluktur. Bunun yolu da demokratik işleyişten geçmektedir. Demokratik işleyiş eksikse partinin üye ve sempatizanları kendi yaşam ve çalışma alanlarına müdahale edecek, insiyatif geliştirecek, emekçi kitlelerin öz örgütlerinin inşasını gerçekleştiremeyecektir. Bunun için parti yönetiminin insiyatif alıp, müdahil olmasını bekleyecektir. Demokratiklik tek başına yeterli bir unsur değildir. Eğer bu demokratikliğin yanında birde eylemde birliği sağlayan merkeziyetçilik yoksa, parti bir tartışma klubünden öteye gidemez. Bu demokrasinin yanında merkeziyetçilik zorunluluktur. Çünkü partinin savaştığı burjuva sınıfı kendisini devlet olarak tüm aygıtlarıyla tepeden tırnağa merkezi bir biçimde örgütlemiştir. Burjuvaziye karşı yürütülen tüm mücadeleler de( en basit bir grevde) eğer merkezi ve disiplinli bir birlik yoksa yenilgi kaçınılmazdır.


O yüzdendir ki tartışmalarda ve parti politikalarının belirlenmesindeki demokratiklik eylemde merkezi bir örgütlülüğe dönülmesi zorunluluktur.

*) DEVRİMCİ PARTİ HER KOŞULDA SINIFIN BAĞIMSIZ POLİTİK HATTINI SAVUNUR

Devrimci parti Bolşevizmin tarihsel öğretilerini kendisine referans alır. Her koşulda işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının savunucusudur. Devrimci parti işçi sınıfını küresel bir sınıf olarak ele almakla birlikte, sınıfın bir kısmının değil tamamının savunucusudur. Bu yüzdendir ki, devrimci parti küresel düzeyde tüm ayrıcalıklara, hegamonyalara ve iktidarlara karşı çıkar. Çünkü nihai hedefi sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz, patronsuz bir dünya inşaa etmektir. Tüm faaliyetleri ve gündelik gelişmelere müdahil oluşu bu perspektif doğrultusunda gerçekleşir. O yüzdendir ki devrimci parti her konuda, her gündemde işçi sınıfının bağımsız sınıf hattını savunur. Her gelişme karşısında aldığı pozisyonlarla burjuvazinin siyasal temsilcilerinden, reformistlerden, milliyetçilerden, sosyal yurtsever ve merkezcilerden ayırt ediciliğini bariz şekilde gösterir. Devrimci parti hiçbir koşulda ve durumda burjuvazinin herhangi bir kanadıyla ittifak içerisinde bulunmaz, onu desteklemez. Kısacası devrimci partinin şiarı “Sınıfa Karşı Sınıf, Düzene Karşı Devrim!” dir.

*) DEVRİMCİ PARTİ İŞÇİ SINIFININ BİRLİĞİ İÇİN SAVAŞIR

Devrimci partinin zafer kazanmasının ana koşullarından birisi de işçi sınıfının birliğini sağlamak için savaşmaktır. Burjuvazinin iktidarını devam ettirmesini sağlayan ana etmenlerden birisi de işçi sınıfının içinde oluşan sunni bölünmelerdir. Burjuvazi bu bölünmüşlükleri sürekli olarak canlı tutmaya çalışır. Sınıf bilincinin gelişmediği koşullarda işçiler burjuvazinin yaratmış olduğu sunni bölünmelerle birbirlerine karşı savaşır. O yüzdendir ki; partinin sınıf birliğini sağlama savaşının temelinde sınıf bilincini yeşertmek olmalıdır. Maalesef ki bugün sosyalist solun hatırı sayılır bir kısmı sınıf bilincinden sendikal bilinci anlamakta, hedef olarak da işçilerin ekonomik temelli haklar ve reformlar kazanmasını mücadelesinin merkezine koymaktadır. Bu durumda, sınıf içindeki bölünmeleri ortadan kaldırmaya yönelik faaliyeti es geçmektedir. Sınıf mücadelesinden yalnızca sendikal mücadeleyi anlayan hareketler asla işçi sınıfının birliğini sağlayamaz. Çünkü sendikalaşmanın en gelişmiş olduğu ülkelerde dahi, sendikalı işçi oranı %30’u geçmez. Sendikalı işçilerde genelde görece sınıfın güvenceli işe sahip kısımlarından oluşmaktadır. Sendikal mücadele, bürokrasi tarafından her dönem iş yeri düzeyine hapsedilmeye çalışılır. O yüzdendir ki sendikal perspektif temelli birliğin temeli iş yeri düzeyinde veya en fazla sektör düzeyindeki güvenceli, kadrolu işçiler arasında kalmaktadır. Devrimci parti küresel düzeyde sınıfın tamamının birliğini sağlamak için savaşır. Bu amaç doğrultusunda devrimci parti en radikal şekilde, her koşulda, sınıfın içinde yaratılan tüm bölünmelere karşı kesintisiz savaş halinde olmak zorundadır. İşçi sınıfının içindeki tüm bölünmelere, ırk, milliyet ayrımlarına, göçmen, mülteci, yerli, vasıflı vasıfsız, kadrolu, taşeron, işsiz, çalışan, sigortalı, sigortasız, genç, yaşlı vb tüm ayrımlara pirim vermezler. Mücadelenin her alanında, ortaya atılan tüm taleplerde sınıfın bir kısmını değil, tüm kesiminin birliğini sağlamaya yönelik mücadele yürütür. Devrimci parti sınıfın günlük mücadelesinde ilkelerden ödün vermemek adına, ultra sol sekter söylemlerle, sınıfın birliğinin bozulmasına izin vermemelidir. Sınıfın ihtiyaçlarına yönelik olarak, reformist, sendikalist önderliklerle “birleşik işçi cephesi” kurabilmenin yolunu aramalıdır. Buradaki amaç sınıfın tüm kesimlerini birleşik bir mücadele içine sokmak ve birlikte yürüyüp ayrı vurmaktır. Devrimci parti, reformist, sosyal demokrat, sosyal yurtsever ve gerici sendikaların etkisi altındaki işçi sınıfıyla arasına duvar örmez. Onların sınıfsal önderliklerinin ihanetlerini teşhir edip, etkisi altındaki işçi sınıfını kazanmak için sistematik faaliyet yürütür. Devrimci parti işçi sınıfının geri bilincine sahip olan kesimleri kazanmak ve onlara hoş görünmek adına, programını yumuşatmaz, sınıfın geri bilincine seslenmez. Böyle bir tutum sınıfın birliğini sağlamamakla birlikte burjuva ideolojisinin sınıfın içine kök salmasını sağlar. Salt mülteci düşmanlığı veya Kürt halkına karşı şoven bir damar sınıfın içinde yaygın diye bunun üstüne gitmeyen bir sınıf partisi, sınıfın içinde şovenizmin diri kalmasına yeniden üretilmesine hizmet etmiş olur. Devrimci parti sınıfın geri bilincine karşı sistematik bir şekilde ideolojik mücadele yürütür.

*) DEVRİMCİ PARTİ İŞÇİ SINIFININ KIZIL ÜNİVERSİTESİDİR

Devrimci partinin ana görevlerinden biriside sürekli ve sistematik olarak eğitim faaliyeti içerisinde olmasıdır. Bu eğitim işçi sınıfının eylem kılavuzu olan Devrimci Marksizm temelinde olmalıdır. Devrimci parti veya henüz parti olamamış devrimci grupların asli görevlerinden birisi de Marksist fikirlerin işçi sınıfı içinde yayılmasını sağlamaktır. Devrimci partiyi inşa etmenin önemli bir faaliyet alanı da, işçi öz eğitim gruplarından geçmektedir. Parti her  şeyden önce işçi sınıfının tarihsel hafızasıdır, parti olmadan işçi sınıfı kendi tarihini, kendi felsefesini öğrenemez, onu geliştiremez ve hâliyle yayamaz. Burjuvazinin ideolojik kuşatması altında kalır. Partinin eğitim çalışması ve teori üretim sürecinin temeli, nitelik bakımından asla ama asla akademik olmamalıdır. Devrimci partinin görevi aydınlara, akademisyenlere, iyi okullarda eğitim alma imkanını kazanmış öğrenci gençliğe Marksizmin haklılığını kanıtlamak değildir. Devrimci partinin görevi, işçi sınıfının bilinç düzeyini yükseltmek, Marksizm bilimini kuşanmış proleter militanlar yetiştirmektir. O yüzdendir ki, tüm eğitsel araçlar sınıfın genelinin anlayacağı yalınlıkta ve gündelik hayattan dersler çıkartacak nitelikte olmalıdır. Devrimci partinin siyasal ve ideolojik mücadelesinin temeli işçi öz eğitimlerinden geçmektedir. Devrimci parti işçi sınıfının kızıl üniversitesi olmak zorundadır.

Bu işlevi yerine getirmeyen parti, gruplar düzene karşı verdiği siyasal ve ideolojik mücadeleden yenik ayrılmaya mahkumdurlar.

*) DEVRİMCİ PARTİ ENTERNASYONAL OLMAK ZORUNDADIR!

Devrimci parti tüm teorisinde de, güncel siyasetinde de, faaliyetlerinde de, siyasal stratejilerinde de enternasyonal olmak zorundadır. Çünkü mücadele ettiği düzen küresel çapta örgütlü bir sistemdir. Bu yüzdendir ki proletarya küresel bir sınıftır. Proleter devrim süreci de ulusal düzeyde başlayıp küresel düzeyde nihai zaferine ulaşan bir süreçtir. O yüzdendir ki, devrimci partinin inşası yalnızca ulusal düzeyde tamamlanamaz. Devrimci parti inşaa süreci de küresel bir süreçtir. İşçi sınıfının teşkilatlanma deneyimleri de her zaman küresel düzeyde kendisini var etmiştir. Komünistlerin Birliğinden, Dördüncü Enternasyonal’e giden süreç Devrimci Marksist geleneğin sürekliliğidir. Bu gelenek her zaman işçi sınıfının devrimci partilerini tek bir dünya partisinde somutlayıp, dünya proletaryasına yön vererek, kapitalizme karşı sosyalist dünya devriminin otoritesi olmuşlardır. Bugün dünyada böyle bir otorite yoktur. Enternasyonal akımlar, gruplar vardır, fakat dünya işçi sınıfına yön verecek gücü sahip değillerdir. Bugün küresel çapta kapitalizme karşı dünyanın dört bir yanında ayaklanmalar, başkaldırılar, isyanlar mevcuttur. Fakat bu isyanları küresel düzeyde birleştirecek devrimci bir sürece sokup dünya devriminin startını verecek enternasyonal önderlik eksikliği, tüm şiddetiyle kendisini göstermektedir. Devrimci parti Sosyalist dünya devrimi hedefini somut pratik faaliyetlerinde de göstermeli ve her giriştiği dahil olduğu mücadeleyi de bu enternasyonal amaca bağlamak zorundadır. Bunun için devrimci partilerin inşa yolunda yürüttükleri tüm faaliyetleri gerek teorik gerek pratik alanda enternasyonal düzeye taşımak zorundadır. Enternasyonal bir pratikten kaçmak, ulusal perspektifle dünyayı yorumlamanın kaçınılmaz sonu sosyal şovenizm batağına saplanmaktır.

*) DEVRİMCİ PARTİ EZİLENLERİN MÜCADELESİNE PROLETER DEVRİMCİ PERSPEKTİFLE DAHİL OLUR

Devrimci parti ezilenlerin tüm güçlerini işçi sınıfının önderliği altında kapitalizme karşı mücadele için bir araya getirmekle yükümlüdür. Kapitalizm yalnızca işçi sınıfını ve yoksul köylüleri ezmemektedir. Bununla birlikte kadınları, göçmenleri, LGBTİ leri, etnik ve mezhepsel azınlıkları da ezmekte ve sömürmektedir. Bu kesimlerin üzerinde sürekli baskı ve ötekileştirme politikaları uygulamaktadır. Devrimci parti bu kesimlerin sorunlarına ve onların mücadelelerine sırt çeviremez. Özellikle son yıllarda ezilenlerin hareketi toplumsal muhalefetin önemli dinamiği hâline geldi. Sosyalist solda bu hareketlere karşı iki sorunlu eğilim boy göstermektedir. Birinci sorunlu eğilim ezilenlerin mücadelesini küçümseyen veya yüz çeviren eğilimdir. Bu hareketlerin siyasal programlarını, parçalı karakterlerinden dolayı düzen içi olduğunu, sınıf perspektifine sahip olmadığını öne sürerek,“ bizim asli görevimiz işçi sınıfıdır, devrimle birlikte ezilenlerin de sorunları çözülecek, o yüzden devrime kadar bizi beklesinler“ diyen sekter eğilimdir. İkinci sorunlu eğilim ise ezilenlerin oluşturduğu bu dinamiği kutsayıp, onların kuyruğuna takılıp bu durumu yeni devrimci sınıflar ve dinamikler olarak tanımlayan eğilimdir. Ezilenlerin üzerindeki tüm baskı, ayrımcılık, kutuplaştırmanın sonucu olarak milliyetçilik, ataerkillik, homofobi, gericilik güçlenir. Bu gerici akımların emekçi sınıflarda güçlenmesi burjuvazinin iktidarını ve sömürü mekanizmalarının güçlenmesine yol açar. Devrimci parti tüm ezilenlerin, baskıya, ayrımcılığa uğrayanların yanında yer alarak, burjuva devlete karşı ezilenlerden yana tutum sergilemek asli görevidir. Ezilenlerin mücadelesinin merkezinde doğası gereği uğradığı baskının ve ayrımcılığın son bulması vardır. Bu durumda sistemle hesaplaşmadan uzak, sınıf perspektifinden yoksun, reformist taleplerde somutlanmaktadır. Devrimci partiye olan ihtiyaç, burada da kendisini göstermektedir. Devrimci partinin buradaki görevi salt ezilenlerle dayanışma içinde olmak değildir. Ezilenlerin yaşadığı tüm sorunların kaynağında sermaye düzeninin olduğunu, mevcut burjuva düzenin bu sorunları yeniden ürettiğini anlatmasıdır. Bu sorunlardan kurtuluşun yolunun da proleter devrimden geçtiğini ve bunun içinde teşkilatlanmak gerektiği perspektifini ezilenlere taşır. Sözün kısası devrimci parti ezilenleri işçi sınıfı saflarında proleter devrim mücadelesine davet eder. Bu amaca uygun talepler ve örgütlenme platformları üreterek ezilenlerin mücadelesine dahil olur.

Kapitalizm Çürümüş Bir Düzendir

Zorunluluk ve sömürüye dayalı kapitalist üretim şekillerinin mümkün kıldığı üretici güçlerin gelişmesi sayesinde, insanlığın, üreticilerin hür birliği temelinde yeni bir medeniyet aşamasına geçmesi artık mümkündür.
Kapitalizm tarih açısından Sosyalizmin bekleme odasıdır.

Kapitalizm üretici güçlerin sermaye olduğu, ürünlerin meta olduğu, ürün üstünlüğünün katma değer olduğu, üretim şeklinin kapitalist sömürü ilişkisi olduğu ve çalışmanın ücretli emek olduğu bir üretim şeklidir. İş gücü, üretim araçlarından yoksun sömürülen sınıf tarafından bu iş gücünden üretilen meta ile kullanılan kaynakların değerleri arasındaki fark nedeniyle daha fazla değer elde eden sömüren sınıfa satılır; ki bu fark kullanılan kaynaklar( hammadde, makineler, aletler, gayrimenkuller, vs.) ve bunlar üzerinde kullanılan iş gücü arasındadır.

Kapitalist üretim şekli kendi kendisini daha geniş olarak tekrar eden ( Sermaye birikimi, işçi sınıfının sayısının artması, uluslararasılaşma) sanayi oluşturur ve üretim tekniklerini devamlı olarak alt üst eder. Bunun bir sonucu da, bilim ve tekniğin tarihte eşi görülmemiş bir biçimde kullanılmasıdır. Bunun iki önemli sonucu ise çalışma zamanından tasarruf ve daha önce uzaklık ve coğrafi engeller sebebiyle ayrı olan tüm insan topluluklarının birbirleriyle ilişkiye geçmesidir. Bu şekilde, kapitalizm daha yüksek bir üretim şekli olan sosyalizmin, komünizmin temellerini atmıştır.

Feodaliteyi yıkarak, üretici güçlerde büyük sıçramalar yaratan ve insanlığın gelişiminde önemli katkılar sunan kapitalizm ilerici barutunu tamamen yitirmekle birlikte, insanlığın ilerleyişinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Milyarlarca emekçinin vahşi sömürüsüyle yaratılan dev kaynaklar, bir avuç burjuvazinin tekelindedir. Tarih boyunca sınıfsal uçurumların en yüksek noktalara ulaştığı dönemdir kapitalizm.

Kapitalist sistem varlığını emek sömürüsü ve yeryüzündeki tüm kaynakların talan edilmesi üzerinden sürdürmektedir... Bu sistem, her alanda attığı tüm adımları kâr amacı güderek gerçekleştirmektedir. Kapitalizmin temel besin kaynağı kâr ve rekabettir. Bu sistem dünyayı cehenneme çevirmektedir. Sürekli olarak eşitsizlik ve adaletsizlik üretmektedir. Sermaye düzeni ırkçı, cinsiyetçi, doğa düşmanı ve homofobiktir. Bu durum öyle bir noktaya gelmiştir ki, insanlığı hızla barbarlığa sürüklenmektedir.

Dünyanın en zengin 8 kişisinin servetinin toplamı, en yoksul 3.6 milyar insanın servetinden daha fazladır. Dünya nüfusunun tamamına yetecek kadar gıda üretimi vardır, ancak dünya nüfusunun %11'i, yani 800 milyon insan açlığa mahkum edilmiştir. 1.8 milyon insan temiz sudan mahrum şekilde yaşamaktadır. 21. yüzyılda bilim ve teknoloji konusunda insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş gelişmeler olmuştur. Ancak bu gelişmeler insanlığın sorunlarına çözüm olmak, insanlığın yaşamını kolaylaştırmaya yönelik değildir. Bilim ve teknolojideki buluşlar, kapitalistlerin kârı, savaş yatırımları ve casusluk amaçlarına hizmet etmektedir. Bilimi, kültürü, sanatı, üretim araçlarının tamamını elinde bulunduran burjuvazi, ezilenlere açlık, yoksulluk, güvencesizlik, geleceksizlik, sömürü, savaş, ırkçılık, yabancılaşma dışında bir gelecek sunmamaktadır.


Kapitalizm asla terbiye edilemeyeceği gibi, burjuva klikler arasından işçi sınıfına müttefiklerde çıkmaz. Bu reformist sınıf uzlaşmacı( halk cephesi, ulusal demokratik cephe vs) hayallerin faturasını 20. yüzyılda dünya proletaryası en ağır şekilde yaşadı. Bu oportünist anlayışlar 20.yüzyılda kapitalizmi proleter devrimlerin elinden kurtarmıştır. Bugün kapitalizmin küresel düzeyde girdiği çoklu kriz karşısında neo-keynesçi aforizmaları tekrarlamak, sosyal devletçi reformları çözüm olarak pazarlamak kapitalizmin gönüllü korumacılığına soyunmaktır. Tüm tarihsel deneyimler bize kapitalizmin asla tedavi edilmeyeceğini gösterdi. Tarihsel ve siyasal mirasımız bize tek devrimci gücün proletarya olduğunu ve proletaryanın hedefinin sınıfsız topluma varmak olduğunu göstermektedir.

Tek Devrimci Sınıf Proletaryadır

SSCB'nin ve Stalinizmin uydularının kapitalizme entegre olmasıyla birlikte tüm burjuva güçler var güçleriyle
"Elveda Proletarya" sloganında cisimleşen liberal aforizmalarla tarihin sonunu ilan ettiler. Artık işçi sınıfının öldüğünü, kapitalizmin insanlığın ulaşabileceği yegane medeniyet olduğunu, sosyalist devrim deneyimlerini de tarihin bir kazası olduğu şeklinde yorumlar yaptılar. Artık bolluk ve bereket, demokrasi ve barış çağının açıldığını müjdelediler. Burjuva ideologlara göre ekonomik krizler ve savaşlar artık tarih olmuştu. Burjuva ideologların mürekkepleri kurumadan savaşlar patlak verdi. Burjuva ideologların çizdiği tüm pembe tablo kapitalizm altındaki yaşamın olağan pratiğinin duvarlarında tuzla buz oldu. SSCB'nin kapitalist entegrasyonuyla birlikte burjuvazi Marksizm'in yegane pratiğinin Stalincilerin "reel sosyalizm" olarak tanımladığı pratik olduğunu sürekli olarak öne sürdü. Burjuvazinin bu iddiaları sosyalist saflarda da yoğun destek gördü. Marks Komünist Manifestoda "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor Komünizm hayaleti. Avrupa'nın tüm eski güçleri bu hayalete karşı kutsal bir sürgün avı içerisindedirler. Papa ile Çar, Metterh ile Guizat, Fransız radikalleri ile Alman polisleri" şeklinde başlamıştır.


1848 yılında tüm burjuvazi komünizme karşı savaşmak için kutsal bir ittifak içerisindeydi, bu ittifak bugünde varlığını korumaktadır. 1990'lı yıllarla birlikte bu ittifak içine işçi sınıfı saflarında yer alan, Stalincileri, Anarşistleri, reformcuları da alarak farklı bir boyuta ulaştı. Burjuvazinin tüm fraksiyonları, liberaller, sosyal demokratlar, anarşistler, post marksistler temel bir konu üzerinde uzlaşı içindedirler. Bu geniş kitlesel ittifak, Stalinizmin ve onun türevlerinin pratiğinin, Marksizmin kendisi olduğu konusunda uzlaşı içindedirler. Burjuvazi, Stalinizmin yenilgisini ve günahlarını bire bin katıp anlatıyor ve“İşte Marksizm budur!“

diyor. Stalinciler ise, sosyalizmi savunmanın, Marksist olmanın yegane koşulunun Stalini savunmak olduğu savını amentü haline getirmişlerdir. Stalinci bürokratik rejimlerin kapitalizmden üstün ve başarılı yönlerini öne çıkartarak Marksizmin haklılığını kanıtlamaya çalışmaktadır. Post Marksistler ise Stalinizmin Marksizmin eksikliklerinin ürünü olduğunu iddia etmekte, o yüzden gerçekleştirmiş olduğu revizyonları,“Marksizme katkı, 21. yüzyıl Marksizmi“ olarak pazarlamaktadır. Proletarya diktatörlüğünü Marksizmin yenilgisinin ana kaynağı olarak ilan etmekte, buna ek olarak proletaryanın eski devrimci gücünün kalmadığını savunarak, yeni toplumsal hareketler, kimlik merkezli siyasetler, küçük burjuva aktivizmiyle dünyanın değiştirilebileceğini savunmaktadırlar. SSCB'nin kapitalist restorasyonuyla Stalinci Komünist Partilerin önemli bir kısmı sosyal demokrasiye iltica etti. Stalinizmin türevleri olan Maocu, Fokocu, devrimci demokrat hareketlerin önemli bir kısmı reformizme, kimlikçiliğe iltica ettiler. Bu iltica sürecinde ciddi bir uyumsuzluk süreci yaşamadılar. Stalinciliğin Marksizmin inkarı olduğunu, yaşanan sürecin bürokratik karşı devrim olduğunu savunan ve buna karşı aralıksız mücadele yürüten, işçi sınıfının enternasyonal kızıl sancağının yere düşmesini engelleyip, bugünlere gelmesini sağlayan tek akım Troçki önderliğinde inşa edilen Bolşevik-Leninist akımdır. Burjuvazinin tüm Marksizm öldü, proletarya öldü naralarına paralel olarak, gelişen yeni dünya düzenine uygun solun işçi sınıfının devrimci potansiyelinin öldüğünü iddia edilse de, işçi sınıfı hem sayısal olarak, hem coğrafi olarak, hem de toplumsal mücadelelere etkisi açısından istikrarlı bir büyüme içerisindedir.


20. Yüzyılda köylüğün ağır bastığı üçüncü dünya ülkeleri küresel kapitalizmin atölyelerine dönerek işçi sınıfının saflarına milyarların katılmasına yol açmıştır. Özellikle Çin, Hindistan, Endonezya, Brezilya, Nijerya, Uzak Asya vb bölgeler buna örnektir. 2019 yılından beri Asya'dan, Avrupa'ya, Ortadoğu'ya, Latin Amerika'ya uzanan geniş bir coğrafyada büyük emekçi seferberlikleri, isyanlar, grevler, mevcut rejimleri sarsmakta, bazı ülkelerde hükümetlerin devrilmesine yol açmaktadır.

İşçi sınıfı hem sayısal olarak hem de verdiği mücadele bakımından büyümektedir.

Tek devrimci sınıf olarak proletaryayı tayin etmemiz, proletaryaya ilahi bir güç ve anlam yüklediğimizden dolayı değildir. Kapitalist üretim ilişkilerinin yaratmış olduğu maddi temelden dolayı, proletaryanın üretim içinde konumlanışından ötürüdür. Bugün, yalnızca proletarya, burjuvazinin karşısında duran diğer sınıflar içerisinde gerçek devrimci potansiyele sahiptir. Diğer sınıflar, ( köylülük, küçük burjuvazi) kapitalist tekelleşme karşısında eriyip, yok olma tehdidi yaşarken, proletarya büyümektedir. Burjuvazinin varlığı, büyümesi proletaryanın varlığına bağlıdır. Burjuvazi proletarya olmadan varlığını sürdüremez ama proletarya burjuvazi olmadan varlığını çokça rahat ve iyi bir şekilde devam ettirebilme yetisine sahiptir.

Proletarya; sınıfsız, hudutsuz, sömürüsüz, patronsuz bir dünyanın asli öznesi olma özelliğini kapitalist üretim ilişkilerinden almaktadır. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda, sömürülen sınıflardan farklı olarak Proletarya, kapitalizmi yıkmak ve sınıfsız, sömürüsüz bir düzen inşa etmek için gerekli kollektif davranabilme yetisine sahiptir. Proletaryaya bu kollektivizm yetisini kazandıran da bizzat kapitalist üretim ilişkilerinin kendisi olmuştur. Kapitalizmin gelişmesiyle üretim süreçleri yoğunlaşmış ve merkezileşmiştir. Kapitalist üretimdeki yoğunlaşma büyük kitleleri, uyum, kollektivite, disiplin, eşgüdüm içinde çalışma yaşamına sürüklenmiştir. Üretilen her meta kolektif bir emeğin ürünüdür. Bu kolektivizm ve uyum, disiplin burjuvazinin kâr ve rekabeti için vardır. İşçi sınıfı bu kolektivizmi kendisi için kullanmaya başlayınca tüm dengelerin yerle bir olma süreci başlar. Diğer sosyal sınıflarda bu özellik söz konusu olmadığı için, bağımsız bir sınıf olarak örgütlenip siyasal mücadele verebilme yetisine sahip değildir.

Kapitalizm altında proletarya her koşulda bir örgütlülük içindedir. Fabrikalarda, iş yerlerinde üretimi gerçekleştirmek için burjuvazi tarafından örgütlü bir kollektivizasyon içinde tutulurlar. Üretimin nasıl örgütlendiğini yaşayarak tecrübe ederler. Kapitalistlere karşı en ufak hak talebi için bile birlik olmaları, örgütlenmeleri gerekmektedir.
"Ya hep beraber Ya hiçbirimiz " denklemi hayatın her alanında karşılarında durur. Proletarya kapitalist üretim için her gün gerçekleştirdiği disiplinli, uyumlu kolektivizmi, kendisi için gösterebilme yeteneğine sahip olmakla birlikte, konsey, komite, şûra gibi örgütlenmelerle hem üretim, hem yönetebilme potansiyeline sahip tek sınıftır. Ne kapitalizm öncesi sınıflı toplumun ezilenlerinde, ne kapitalizm döneminde, kendi dışında kalan sınıflarda bu özellik mevcuttur.

Proletaryanın, Komünist dünya devrimi mücadelesinin asli öznesi olmasını sağlayan bir diğer nesnellik kapitalist üretim modelinde sahip olduğu merkezi roldür. Burjuvazinin tüm üretim süreçlerinin asli öznesi proletaryadır. Bu özelliği nedeniyle, burjuvazi karşısına devrimci bir programa sahip parti ve kitle örgütleriyle bir sınıf olarak çıktığında, devasa güçleri harekete geçirebilme, burjuva devlet aygıtlarını imha edip, burjuvaziyi siyasal ve ekonomik olarak mülksüzleştirip, kendi sınıfının iktidarını kurarak kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderebilir.

Proletaryanın Hedefi Sınıfsız Topluma Varmaktır

İşçi sınıfının hedefi ne ekonomik ve siyasal hak ve hürriyetler kazanma kavgasından ibarettir, ne de sınıfın bir kesiminin çıkarlarını kollamak ve geliştirmektir. İşçi sınıfının hedefi kendi ulus devletinin kalkınması için seferberliğe girmek de değildir. İşçi sınıfı küresel bir sınıftır, hedefleri de küreseldir. İşçi sınıfının kurtuluş savaşımı, sınıf ayrıcalıkları ve tekelleri yaratmak için değil, eşit hak ve ödevler için, her türden sınıf egemenliğini, hegamonyayı ortadan kaldırmak içindir. Bu hedefin siyasal karşılığı ise proletaryanın sınıfsız toplum için küresel devrimci seferberliğin içine girmektir.

Sosyalizmin hedefi ulusal bir hedef değil, enternasyonal bir hedeftir. Proleter devrimler ulusal arenada başlar, uluslararası arenada gelişir, dünya arenasında son bulur. Çünkü kapitalizm, kendinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak, bölgesel düzeyde kalmayarak küresel boyutlara ulaşmıştır. Emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte dünyadaki yegane toplumsal formasyona dönüşmüştür. Kapitalizmi aşma iddiasını kuşananlar, küresel bir sistem olan kapitalizme karşı küresel bir alternatifle çıkmalıdırlar. Kapitalizmden komünizme geçiş süreci bütünlük ve süreklilik taşıyan bir süreçtir. Stalinizmin dünya Komünist hareketine dayattığı
"Tek Ülkede Sosyalizm" teorisi Marksizmin inkarına dayanan, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıyla örtüşmeyen, sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz bir dünyaya giden süreci sabote eden milliyetçi gerici bir ütopyadır.


Kapitalizmden Komünizme Geçiş Dönemi: Proletarya Diktatörlüğü

Enternasyonal Komünizmin temel taşlarından olan proletarya diktatörlüğü kavramı, üzerinde en fazla spekülasyonun, çarpıtmanın, deformasyonun olduğu kavramdır. Bu çarpıtma ve deformasyonda en az burjuvazi kadar işçi sınıfı saflarındaki siyasal akımların da payı vardır. Proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfı adına hareket eden bir partinin ( hatta o partinin yönetiminin) mutlak, süresiz diktatörlüğüne indirgenmektedir. Proletarya diktatörlüğü güçlü, bürokratik, totaliter bir diktatörlüğe indirgenmektedir. Proletarya diktatörlüğü ulus-devlet sınırları içinde inşa edilecek ve sonlanacak bir süreç olarak da tanımlana gelmektedir. Proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin aynı şey olduğunu iddia eden eğilimler de Marksist sol içinde epey yaygın bir durumdur. Çarpıtılmaya ve deformasyona uğramış bu kavrayışları gerekçe göstererek proletarya diktatörlüğünü programından çıkartan, onu lanetleyen epey akım vardır. Peşinen söyleyelim bu tanımlamaların tamamı Anti-Marksist olmakla birlikte, proletarya diktatörlüğü kavramıyla uzaktan yakından bir benzerlikleri yoktur. Proletarya diktatörlüğü Komünizme giden yolun açılması için mevcut burjuva devletin imha edilip yerine daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş, işçi sınıfının özyönetim araçları olan sovyetlere dayanan, öznel bir tercih olmamakla birlikte devletten devletsizliğe geçişin zorunlu ve tek biçimidir.

Proletarya diktatörlüğünün sağlıklı bir tanımlamasını yapabilmek için karşı çıktığı, alternatif olarak kendisini konumlandırdığı burjuva devletin, burjuva demokrasisinin tanımlaması yapılması gerekmektedir. Devlet sorunu, soyut bir akademik sorunmuş gibi ele alınamaz. Devletin kendisi tarafsız, sınıflar üstü bir kurum olmadığı gibi, devlet hakkında öne sürülen tüm düşüncelerinde sınıflar üstü tarafsız olması beklenilemez. Devletin kalıcı bir kurum olarak ortaya çıkış sebebi toplum hâlinde yaşayan, insanlar arasındaki toplumsal iş bölümünün getirdiği sınıf karşıtlıklarını kontrol altında tutmaktır. Devlet bu sınıfın karşıtlıklarının ürünü olarak doğmuştur. Devlet her şeyden önce sınıf savaşlarının aracıdır. Bir sınıfının başka bir sınıf üzerindeki hakimiyetini sürekli ve kalıcı kılmak için kullanılan zor aygıtıdır. Marks'ın tabiriyle devlet tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komitedir. Burjuva devletin tüm aygıtları, burjuva diktatörlüğünün kalıcılığını ve sürekliliğini sağlamak için vardır.



"Kapitalist toplumla Komünist toplum arasında, kapitalist toplumdan komünist topluma devrimci dönüşümler dönemi yer alır. Buna devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmayacağı siyasal bir geçiş dönemine karşılık düşer" ( Marks Gotha Programının Eleştirisi)

Bu saptama Marksizmin devlet sorununa yaklaşımının özeti mahiyetindedir. Kapitalizmden Komünizme geçişte proletarya diktatörlüğünün zorunlu bir aşama olduğunu savunmak Marksizmi
"devletçi" bir doktrin yapmaz. Aksine proletarya diktatörlüğü için mücadele devletin ortadan kalkması, devleti yaratan nesnelliğin komple yok edilmesi için verilen yegane somut mücadelenin adıdır. Anarşistlerin, sosyal demokratların, Stalincilerin çarpıtmalarına rağmen Enternasyonal Komünistler Marksizmin devletçi bir doktrin olmadığını açıkça savunmuşlardır. Proletarya diktatörlüğü anlayışı Enternasyonal Komünistlerin ayırt edici yönlerinden birisidir. Proletarya diktatörlüğü konusunda Enternasyonal Komünistlerin; reformist, Stalinci, Anarşist akımlardan farkını şu şekilde somutlayabiliriz.

Reformist Anlayış: Komünist devrimcilikle reformculuk arasındaki temel ayrımı belirtirken iktidarın barışçıl yollarla mı alınacağı yoksa savaş yoluyla mı alınacağına indirgenmektedir. Oysaki bu eğilim yanıltıcı nitelikler taşımaktadır. Temel belirleyici unsur iktidarı alma yöntemi değil, iktidarı aldıktan sonra yerine ne konulacağında düğümlenmektedir. Mücadele yöntemi radikal olan ama programı burjuva demokratik devrim perspektifini aşmayan akımlar ( Narodizm, fokoculuk, vs) işçi sınıfının mücadele tarihinde hep yer etmiştir. Reformist hareketler burjuva devletin imhası yerine, onun ıslah edilmesini, emekçi sınıflar lehine çalışacak bir aygıta dönüşmesini savunurlar. Reformist hareketler burjuva devletin imhası hedefiyle değil, onun yönetme hedefiyle hareket ederler. İktidara geldiklerinde işçi sınıfı için esas felaket başlar. Ya sosyalist bir programı uygulamaya çalışırlar, bunun sonucunda burjuvaziden gelen darbelerle sonuçlanır(Şili deneyimi ilk akla gelendir) Ya da burjuva sınıfları ürkütmemek için işçi sınıfının taleplerine cevap veremez, buda kitlelerde hayal kırıklıkları ve sağa kaymayı beraberinde getirmektedir. Yunanistan'daki Syriza deneyimi ilk akla gelenlerdendir.

Anarşist Anlayış: Marksistlerle Anarşistler burjuva devletin işçi sınıfı tarafından ele geçirilip imha edilmesi konusunda aynı çizgidedirler. Ayrım noktası burjuva devletin imhasının gerçekleştirilmesinden sonraki süreçte başlar. Anarşistlerle, Enternasyonal Komünistler iki temel noktada ayrılmaktadırlar: Birincisi, Komünistler var olan burjuva demokrasisi içinde kazanılmış mevzilerden yararlanmayı gerekli ve zorunlu olarak görürler, anarşistler ise bunu tümden reddederler.

İkincisi; anarşistler burjuva devletin parçalanmasıyla devletin hemen ilga edilebileceğini, bundan sonrası için bir geçiş dönemine ihtiyaç olmayacağını, devletin ortadan kalkmasıyla tüm sorunların çözüleceğini savunurlar. Enternasyonal Komünistler ise kapitalizmden komünizme geçişte, bir geçiş döneminin zorunlu olduğunu savunurlar. Bu süreçte daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş, Sovyet organlarına dayanan, burjuva sınıfların üzerinde baskı aygıtı oluşturan yarı devlete ihtiyaç olduğunu savunurlar. Anarşistlerin Marksizmi devletçi olarak suçlayışları Marksizmin devletçi bir doktrin olmasından kaynaklı değildir. Anarşistlerin devletten devletsizliğe geçiş sürecinde, yani kapitalizmden komünizme bir zorunlu özgün aşamaya ihtiyaç olduğunu kavrayamamalarından kaynaklanmaktadır.

Stalinci Anlayış: Ekim devriminin ürünü olarak kurulan SSCB'de iktidarı Stalinci bürokrasinin ele geçirip "Tek ülkede sosyalizm" gerici ütopyasını dünya komünist hareketine dayattığından beri, Marksizm büyük bir deformasyona uğramıştır. SSCB bürokrasisi, proletarya diktatörlüğünü bir geçiş toplumunun siyasal evresinden çıkartarak, bürokratik bir kastın mutlak diktatörlüğünde cisimleşen ulusal kalkınmacı bir devlet modeline sokmuştur. Proletarya diktatörlüğünü, tek parti diktatörlüğünde cisimleşen bürokratik bir kastın sürekli ve kalıcı diktatörlüğüne indirgenmiştir. Bu anlayış Marksizme en büyük ideolojik zararı veren anlayıştır. Bu anlayışla her platformda hesaplaşmak Enternasyonal Komünistlerin asli görevlerindendir. Proletarya diktatörlüğü de, diğer devletler gibi bir baskı aygıtıdır. Fakat başka devletlerle kıyaslanamayacak ayrımlara sahiptir. Her şeyden önce, bütün devletlerin yegane aracı kendi varlıklarını ebediyete kadar kalıcı hâle getirmektir. Bu yüzden sürekli olarak baskı aygıtlarının gelişmesine yatırım yaparlar. Proletarya diktatörlüğünün ise amacı, devleti ve devleti var eden tüm koşulları küresel düzeyde ortadan kaldırmaktır. Tüm devlet aygıtlarında kolluk güçleri bir kesimin denetimi altında yer alır, proletarya diktatörlüğünde ise baskı aygıtı sovyet organlarının denetiminde oluşan işçi milislerine dayanır. Tüm sömürücü sınıf devletleri toplumun bütününden ne kadar koparsa, o düzeyde güçlenen baskı aygıtına dönüşürler. Proletarya diktatörlüğü ise toplumun ne kadar geniş yığınlarını siyasete ve devlet işlerinin yönetimine katarsa o kadar güçlü bir baskı oluşturabilir. Proletarya diktatörlüğünün baskı gücünü örgütlü halktan alır. Toplumun tamamı ne kadar aktif şekilde, devlet yönetimine katarsa, devlete olan ihtiyaç o yönlü azalacak ve devletten devletsizliğe geçme hedefine o ölçüde yaklaşılmış olacaktır. Proletarya diktatörlüğü burjuva temsili demokrasinin aksine, işçi sınıfının doğrudan demokrasi aygıtı olan Sovyet organları üzerinden yükselir. Sovyet organlarına dayanmayan bir proletarya diktatörlüğü düşünülemez.

SSCB Deneyimi

72 günlük Paris Komünü deneyiminden sonra ilk proletarya diktatörlüğü, 1917 Ekim'inde Rusya'da hayat buldu. Rusya, köylülüğün ağır bastığı bir coğrafyaydı. İşçi sınıfı sayısal olarak az da olsa büyük iş yerlerinde toplanmış ve iktisadi hayatı belirleyici bir unsura sahipti. Rusya'da proleter devrimi mümkün kılan işçi sınıfının bu kritik öneme sahip olan konumuydu. Bolşevikler devrimden önce de, devrimden sonra da proletarya iktidarının uzun süre yalıtık şekilde ayakta kalamayacağının bilincindeydiler. Rus devriminin kaderi doğrudan dünya devrimine bağlıydı. Beklenen devrimci ayaklanmalar 1918'de Almanya'da ve Macaristan'da gerçekleşti. Devrimci durumlar yaşandı. İşçi sınıfı devrimin kıyısına geldi, fakat bu devrimci kabarışlar bir iktidarla taçlanamadan yenilgiye uğradı. Avrupa devrimleri dalgasında da bir süre geriye düşüş yaşandı. Avrupa devriminin yenilgiye uğramasından sonra, proletarya iktidarı en büyük darbeyi 1919'da başlayan iç savaşta yedi. Rusya'da emperyalist metropollerin finanse edip örgütlediği karşı devrimci beyaz ordu işçi devletine karşı bir iç savaş başlattı. Bu savaşı Kızıl Ordu kazandı fakat geride bıraktığı enkaz yükü çok ağırdı. Devrime önderlik eden işçi sınıfının en militan kesimleri, kendi iktidarını savunmak için Kızıl Ordu saflarında savaştılar. Devrime önderlik eden işçi sınıfının öncü kuşağının önemli bir kısmı savaşta hayatını kaybetti. Savaş nedeniyle kentler tahrip oldu, kıtlık sorunu boy gösterdi. Kentlerden kırlara göç başladı. Geri kalan işçiler ve Bolşevik Parti üyeleri de ülke idaresinin sağlanması için işçi devletinin memuru konumuna düştüler. Bu durumda bürokratik bir tabakanın doğmasının nesnel zemini oluştu. İşçi sınıfı belirleyici özelliğini kaybettikçe kendisini sınıf yerine ikame eden parti bürokrasisi gelişti. Bu bürokratik katman zaman içerisinde bağımsız ve ayrıcalıklı bir güç olarak kendisini var etmeye başladı.

İç savaştan başarıyla çıkan işçi devletinin önüne bürokratlaşmanın dışında yeni bir tehlike daha doğmuştu. Şehirleri beslemek istemeyen köylülük sorunu..

Yeni Ekonomik Politika ( NEP) ile birlikte köylülere istedikleri tavizler verilmek zorunda kalındı. Belli düzeyde kapitalistleşme tavizleri verildi. Şehirlerde gıda sorununu çözmek için girişilen bu politikanın sonucu işçi sınıfının gücünün azalması, köylü mülk sahiplerinin gücünün artmasını sağladı. Bu durumda bürokrasinin hem işçi devletinde hem de partide konumunun hızlı bir şekilde gelişmesini sağladı. İç savaştan sonra boy veren bürokratlaşma, Lenin'in ölümünden sonra gerek parti içinde, gerekse de Sovyet iktidarı içinde keskin sınıf savaşlarını tetiklettirdi. Bu süreçte Sovyetlerdeki üç sınıf parti içinde de kendisini üç farklı grup olarak ifade ediyordu. Birincisi proletaryayı temsil eden Troçki'nin önderliğindeki sol muhalefet...

İkincisi NEP döneminin kapitalist tavizlerinin ortamında zenginleşerek kulakları temsil eden Buharin'in liderliğindeki sağ kanat...

Üçüncü gelişen bürokrasiyi temsil eden Stalin'in liderliğindeki merkez eğilimdi.

Her üç eğilim de temsil ettikleri sınıfların çıkarlarına uygun politik doktrinleri savunmaktaydılar. İç savaştan sonra işçi devletinin dayandığı temel alan devrimci politik bir güç olarak işçi sınıfının büyük ölçüde kaybedilmişti. İşçi devletinin temelini oluşturan Sovyet organları işlevini kaybetmiş, bürokratik bir merciye evrilmişti. Bu durumda sol muhalefeti bu savaşta dezavantajlı konuma getirmişti. İşçi sınıfının devrimci örgütü olan sol muhalefet her baskıya ve olumsuzluğa göğüs gererek, Bolşevizmin evrensel ilkelerini, işçi sınıfının enternasyonal kızıl sancağını karşı devrimci bürokrasiye karşı savundu.

Proletarya enternasyonalizminin bugünlere taşınmasını sağladı.

Stalinizm

Stalinizm, temsil ettiği bürokratik kastın çıkarlarını savunan ideolojik, politik, örgütsel çizginin adıdır. Bu çizgi dünya Komünist hareketine dayatıldı, bu çizgiyle muhalif olan her akım lanetlendi.

Stalinizm,
"Tek Ülkede Sosyalizm" doktrininde somutlanan milliyetçi sosyalizmin adıdır. İşçi sınıfının enternasyonal devrimini sovyet bürokratik devletinin çıkarlarıyla özdeşleştiren, devrim öncesi Menşeviklerin aşamalı devrim programını dünya Komünist hareketine Marksizm-Leninizm olarak sundu. Burjuvazinin bir kısmıyla ittifakı savunan Halk Cephesi stratejileriyle Avrupa'da faşizmin yayılmasına olanak sağladı. Sosyalizmi devletçiliğe ve ulusal kalkınmacılığa indirgedi. Proletaryanın Sovyet organları aracılığıyla eski düzen güçlerine uyguladığı kolektif devrimci diktatörlüğü, tek parti diktatörlüğüne indirgendi. Tüm sovyet organları lav edilerek yerlerine parti bürokratlarının atadığı ayrıcalıklı bürokratik kastların diktatörlüğüne dönüştü. Buna muhalefet eden Bolşevikleri ve devrimin tüm önder kadrosunu tasviye ederek, karşı devrim süreci yaşandı. Muzaffer Ekim devriminden geriye bürokratik, totaliter bir diktatörlük kaldı.
Sürekli Devrim

Kapitalizm kendisini küresel düzeyde egemen üretim biçimi olarak örgütlemiştir. Emperyalizm çağıyla birlikte kapitalizmin hüküm sürmediği, egemen üretim biçimi olmadığı yer kalmamıştır. Küresel bir sistem olan kapitalizme karşı mücadele ona küresel bir medeniyet alternatifiyle cevap vermekten geçmektedir. Bu bağlamda, sosyalist devrim için olgunlaşmış ülke olgunlaşmamış ülke ayrımının hiçbir geçerliliği yoktur. Burjuva unsurlardan ilerici devrimci bir atılım beklenemeyeceği gibi, burjuva demokratik devrimin sorunları da ancak proleter bir iktidar altında gerçekleşebilir. Burjuvazi küresel düzeyde insanlığın gelişiminin önünde engel teşkil eden gerici bir sınıftır. Tek devrimci sınıf proletaryadır. Proletaryanın ideolojik, siyasal önderliğinde gerçekleşmeyen her devrimci kalkışma, sınıf uzlaşmacılığına ve kapitalizmin sınırları içine hapsolmaya mahkumdur.

Küçük burjuva milliyetçi sol iktidarlar ya da proletaryanın hegamonyası altında gerçekleşmeyen her ittifak burjuvaziyle işbirliğiyle sonuçlanmaya gebedir. 20. yüzyılda Stalinizm dünya Komünist hareketine dayattığı aşamalar teorisi, dünya devriminin boğulmasına kaybedilen devrimler listesinin yapılmasına, dünya işçi sınıfının kapitalizme mahkum olmasına yol açmıştır. Proleter devrimin önüne türlü türlü aşamalar koyan, işçi sınıfını burjuva kliklerle ittifaka, uzlaşmaya davet eden

anlayışlar 2. Enternasyonal oportünizminin mirasıdır.

Geri kalmış bir ülkede dahi, burjuva demokratik devrimin sorunları ( toprak sorunu, ulusal sorun, kalkınma, bağımsızlık) ancak proleter devrimle çözülebilir. Çünkü tüm bu sorunların çözümü mülkiyet ilişkilerini değiştirmekten geçmektedir. Devrim burjuva demokratik görevleri yerine getirmekle sınırlı kalmayacak, proleter devrim programını hayata geçirmek zorunda kalacaktır. Geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrimin iç çelişkilerinin çözümü devrimin sürekliliğine başka ülkelere coğrafyalara yayılmasına bağlıdır. Sosyalist devrim süreci ulusal arenada başlayıp, uluslararası arenada hayat bulacak, dünya ölçeğinde sonlanacak bir süreçtir. Bu süreci ulusal sınırlar içine hapsetmek veya enternasyonal niteliklerini göz ardı etmek kapitalizme hayat öpücüğü vermektir. Kapitalizmden komünizme geçiş bütünsel bir süreçtir, parçalara bölünemez, aralarına çin sedleri çekilemez. Yerel ölçekte başlayan proleter devrimin kaderi uluslararası devrimlere bağlıdır. Gerek gelişmiş kapitalist ülke olsun, gerekse de geri kalmış kapitalist ülke olsun nihai zaferi sağlayacak tek strateji sürekli devrimdir.

Emperyalizm ve Emperyalizme Karşı Mücadele

Emperyalizm ne tercih edilen bir dış politikadır nede yayılmacılıktır. Emperyalizm kapitalist gelişmenin en üst aşamasıdır. Emperyalizm kapitalizmin dünyada bütünsel bir sistem hâline gelmesinin, kendisini küresel bir sisteme dönüştürmesinin adıdır. Emperyalizm sermaye egemenliğine dayanan eski kapitalizmin yerini mali sermaye egemenliğine bıraktığı dönemin adıdır. Mali sermaye, üretim yoğunlaşması, banka sermayesiyle, sanayi sisteminin iç içe geçişi kaynaşmasıyla oluşmuş olan kapitalist aşamadır.

Emperyalizm kapitalizmden ayrı bağımsız bir olgu olarak ele alınılamaz. Emperyalizmi kapitalizmden ayıran veya birbirinden izole şekilde gerçekleşen her kavrayışın siyasal sonucu sınıf uzlaşmacılığına ve dar milliyetçi duvarlara hapsolarak döner. Çünkü emperyalizm kapitalizmin sürekliliğinin önlenemez bir sonucudur. Varlığını tekeller arasındaki rekabet üzerinden yükselten emperyalizmin kaçınılmaz sonuçlarından biriside savaşlardır. Lakin savaşlar emperyalizmin sonuçlarından yalnızca birisidir, tamamı değildir. Uluslararası bir iş bölümü temelinde eşitsiz ama birleşik gelişen kapitalizm, eşitsizliği karşılıklı bağımlılık olarak yeniden ürettiği ve içinde tüm kapitalist ülkeleri sermaye ve ordusunun gücü oranında bir hiyerarşi oluşturduğu küresel piramittir.

Emperyalizm çağının temel özelliklerinden biriside, bütün ülkelerin ekonomilerinin birbirine bağlanması ve içi çe geçmesinde düğümlenmektedir. Bu durumun önlenemez bir sonucu ise tekelleşmenin üst boyut kazanması, proleter kitlelerin büyümesi, küçük mülk sahiplerinin hızla erimesidir. Kapitalizmin bir dünya sistemine dönüşünün adı olan emperyalizm ise kapitalizmden komünizme geçiş koşullarının olgunlaştığına işarettir. O yüzdendir ki; emperyalizm çağı aynı zamanda proleter devrimler çağıdır.

Emperyalizmi Dışsal Bir Olguya İndirgemenin Siyasal Sonuçları

Emperyalizmi dışsal bir olguya, kolonyalizmin yeni bir türüne, emperyalist metropollerin tek yönlü egemenliğine indirgeyen, onu tercih edilen bir çeşit dış politika olarak tarifleyen anlayış Türkiye sosyalist hareketinde yaygın bir eğilim olarak kendisini var etmektedir. Bu eğilimler Lenin sonrası Stalinci bürokrasinin dünya komünist hareketine dayattığı ögretiler toplamıdır. Bu öğretiler emperyalizmi teorik ve politik olarak yayılmacılığa indirger, emperyalist metropoller dışında kalan tüm ülkeleri yarı sömürge olarak tanımlayarak komünist devrimcilerin hedefi olan proleter devrimin önüne ulusal bağımsızlığı koyar, Anti-Emperyalizmi, emperyalizmden bağımsızlaşması gereken bir kapitalizm olarak tarifler. Kapitalist işleyişin önlenemez gelişiminin sonucu olarak emperyalizmi görmeyi reddeden Kautsky’ye Lenin şöyle cevap vermekteydi:

"Emperyalizmi kapitalizmin bir evresi olarak görmeyi reddeden Kautsky, onu mali sermayenin tercih ettiği politika, yahut sanayileşmiş ülkelerin tarımsal alanları ilhak etme eğilimi olarak tanımlar. Kautsky’nin bu tanımı teorik bakımdan mutlak suretle yanlıştır. Emperyalizmi ayırt eden sınai değil, mali sermayenin egemenliğidir; yalnızca tarımsal değil bütün ülkeleri egemenlik altına alması eğilimidir. Kautsky emperyalizmin siyasetini iktisattan, tekelden, politikadan koparmaktadır."

-Lenin

Kaustky’nin emperyalizmi bu yönlü yapboz gibi parçalara bölen teorisindeki niyeti bellidir. Kapitalizmin barışsal bir aşamaya geldiğini öne sürerek barışçıl yollarla sosyalizme geçişin mümkün olacağını savunmaktadır. Buradaki amaç önce kitleleri pasifize etmek, ardından sosyal yurtseverlik adı altında işçi sınıfını burjuva saflarda anayurt savunmasına sokmaktır. Kautsky gibi yapay ayrımlarla emperyalizmi kapitalizmden ayrı tutan bir emperyalizm kavrayışının bir benzeri, Lenin sonrası Kominterni ele geçiren Stalinci bürokrasi tarafından da dünya komünist hareketine dayatıldı. Bu anlayışa göre burjuvazi ikiye bölünmüştür. Komprodor burjuvazi; yani çıkarı emperyalist burjuvaziyle uzlaşan kanat, bir de komprodarlaşmamış burjuvazi vardır, bunların çıkarları emperyalist dünya sistemine entegre olmaktan yana değildir. İşte bu milli burjuvaziye Anti Emperyalist, ilerici, yurtsever gibi nitelikler atfedilerek onu emekçi sınıflarla müttefik olarak görmekteydiler. Bu kavrayışın hazin sonu Bolşevizmin tüm öğretilerinin çöpe atılmasıydı. Lenin döneminde emperyalizm proleter devrimler çağı olarak nitelendirilmiş, tek devrimci sınıf olarak işçi sınıfı tayin edilmiş, burjuvazinin tüm ilerici barutunu kaybettiği saptamaları hakimdi. Bolşevik anlayış Stalinci bürokrasi tarafından terk edilerek yerine sınıf uzlaşmacılığına dayalı bir perspektif dünya komünist hareketine dayatılmıştır. Stalinci perspektifin tezahürü; ulusal demokratik cephe, Anti Emperyalist demokratik cephe, halk cephesi gibi özünde işçi sınıfını burjuva saflara yedekleyen, proleter devrimleri çıkmaz ayın son çarşambasına erteleyen oportünist anlayış olarak boy gösterdi. Stalinci bürokrasinin öne sürdüğü bu perspektiflerdeki anlayışın amacı belliydi: Dünya devrimini boğmak, küresel bir sistem olan sosyalizmi ulusal bir kalkınma modeline çeviren bürokratik rejim inşa etmekti. Bu kavrayışlar hala Türkiye sosyalist hareketinde yaygın olan eğilimlerdir. O yüzdendir ki; emperyalizm hala bir tür kolonyalist yayılmacılık olarak görülmekte, ABD ve birkaç AB ülkesi dışında kalan tüm ülkeleri sömürge, yarı-sömürge statüsünde gören eğilim hakimdir. Bu emperyalist metropollerle çıkarları çatışan tüm burjuva devletleri hatta emperyalist ülkeleri dahi Anti-Emperyalist olarak selamlama eğilimi hakimdir. Emperyalizmi sadece saldırgan bir dış politikaya indirgemekle, ona karşı mücadeleyi de ulusalcı temelde bağımsız eksenli bir hat üzerinden yürütülmektedir. Oysaki emperyalizm birbirine geçmiş iktisadi ilişkilerin kopmaz ve vazgeçilmez bir parçası olan mali sermayenin yayılmacılığının getirdiği karşılıklı çıkar ilişkilerine bağlı siyaset anlayışları birbirinden ayrılamaz. ABD’nin çıkarları (belirleyici ağırlıkta olması bir yana) ile ister emperyalist hiyerarşinin altında yer alsın, ister ortasında, ister emperyalist hiyerarşinin üstünde yer alsın çıkarları iç içe geçmiştir. Mali sermaye için nüfuz alanlarını pay etmek bu işin taksimi de iktisadi ve askeri güç doğrultusunda gerçekleştirilmektedir. Pastadan büyük payı alanda küçük payı alanda bu paylaşımın ortağıdır. Emperyalizm, sermayenin vatanının olmadığı kendisini nerede üretiyorsa oraya aktığı küresel sistemdir. Bu sisteme karşı mücadele ulusal kurtuluşçu, dar milliyetçi bir perspektifle değil, enternasyonal sınıf savaşı perspektifiyle verilir.

Emperyalist Savaşlar ve Devrimci Tutum

Enternasyonal Marksistler halklar arasındaki savaşların daima karşısında yer almışlardır. Bu savaşları burjuva çıkarlar uğruna emekçi halkların birbirine kırdırılması olarak tanımlayarak, savaşın yarattığı şoven, milliyetçi dalgaya cephe almışlardır. Enternasyonal Marksistlerin savaşa karşı tutumu, burjuva pasifistlerden anarşistlerden her zaman farklı olmuştur. Enternasyonal Marksistlerin savaşa karşı tutumu tüm savaş karşıtı eğilimler arasından ayırt edici niteliklere sahiptir.

Enternasyonal Marksistler savaşları ikiye ayırırlar:” Haklı savaşlar, Haksız Savaşlar”

Enternasyonal Marksistler iki türden savaşı haklı savaş olarak görürler. Birincisi; Emekçilerin burjuvaziye karşı verdiği devrimci sınıf savaşı.Yani emekçi sınıfların ve ezilenlerin devrimci yöntemlerle burjuva devleti imha edip, yerine sovyet organları aracılığıyla kendi iktidarını inşa etme sürecidir. İkincisi sömürgeleştirilmiş ezilen ulusların, sömürge burjuva devletlere karşı vermiş oldukları bağımsızlık veya ulusal statü kazanma savaşı ( Antisömürgeci savaş). Bunlar dışındaki tüm savaşları haksız savaşlar olarak tanımlarlar. Lenin’e dönecek olursak” Sosyalistler halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz burjuva pasifistleri ile anarşitlerden farklıdır. Her şeyden önce, biz bir yandan savaşlar ile öte yandan bir ülke içindeki sınıf savaşları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıfların ortadan kaldırmadığı sürece savaşların ortadan kaldırmasının olanaksızlığını; ve iç savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz.”

Lenin birinci cihan harbinin başladığı İkinci Enternasyonal’in sosyal şoven ihanetinin yaşandığı dönemde sosyalizm ve savaş manifestosunun girişinde Bolşeviklerin savaş karşısındaki tutumunun ana perspektifini bu şekilde tanımlamaktaydı. Buradan çıkarılacak tarihsel perspektif şudur: Enternasyonal Marksistler soyut bir barış taraftarı değildir, pasifistlerden ve diğer savaş karşıtı tüm akımlardan temel ayırt edici yönü burada somutlanmaktadır.

Enternasyonal Marksistler tutarlı bir barış taraftarı olmanın yolunu savaşı yaratan ve temel gıdalarından birisi savaş olan burjuva hegamonyanın küresel tezahürü olan emperyalist-kapitalist düzenin imhası için savaş vermekten geçtiğini savunmaktadırlar.


Bunun kaçınılmaz yolunun devrimci bir iç savaştan geçmekle birlikte bu durumun politik ve örgütsel duruşla bütünleşmesi gerekmektedir.

Barış Sloganı, Sosyal Pasifizm ve Enternasyonal Devrimciler

Fiili savaş atmosferi doğana kadar yığınların ezici çoğunluğu barıştan yanadırlar. Savaş atmosferiyle milliyetçi, şovenist gerici dalga doruğuna ulaşır. Bu koşullarda barış talebinin kitleselleşmesi savaşın gerici niteliğine karşı bir protestonun yeşerdiğini ve milliyetçi atmosfere karşı bir bilincin geliştiğinin göstergesidir. Enternasyonal Marksistler bu oluşan tepkiyi devrimci bir çizgiye çekmek için mücadele yürütürler. Kitle kuyrukçuluğuna düşmek yerine, kitlelere devrimci iç savaş propagandası yaparlar. Emperyalist-kapitalist sistem içerisinde barış yeni savaşlar için hazırlıktan başka bir şey değildir. Barışın hakim olduğu bir dünya emperyalist-kapitalizmin aşıldığı bir dünyadır. Bunun biricik yolu da proleter dünya devrimi için savaşmaktan geçmektedir. Enternasyonal Marksistler pasifist ahlaki barış söylemlerini mahkum ederler. Çünkü pasifist ahlaki barış söylemleri, savaşın niteliğini ve karakterini gizlemektedir. Savaşı sadece bir kısım devletlerin kötü dış politikalarına indirgemiş olmakta, böylece savaşsız bir kapitalizmin mümkün olduğu dolaylı yoldan savunulmaktadır.

Lenin’e dönecek olursak” Barış sloganını kabul edip tekrarlamak iktidarsız ( ve genellikle daha kötüsü: ikiyüzlü) laf ebelerinin tantanalı havalarını cesaretlendirmek anlamına gelecektir, bu şimdiki hükümetlerin ve egemen sınıfların seri halde devrimler yoluyla esaslı bir ders almadan ( daha doğrusu bertaraf edilmeden) demokrasi ve işçi sınıfını tatmin edecek bir barış yapabilecekleri hayaliyle halkı kandırmak anlamına gelecektir. Bu çeşit aldatmalardan daha zararlı bir şey olamaz.”

Kalıcı bir barışı gerçekten kazanmanın yolu burjuva devlete karşı verilecek devrimci iç savaşı göze almaktan geçmektedir.

Tekrar Lenin’e dönecek olursak: ” İyi yüzlü laf ebelerinin demokratik bir barış ihtimalinden söz ederek halkı kandırmalarına izin vermek yerine, sosyalistler kitleleri her ülkede kendi hükümetlerine karşı devrimci bir mücadele vermeden ve seri halde devrimler olmadan demokratik barışı andıran herhangi bir şeyin olmasının olanaksız olduğunu anlatmalıdırlar.”

Devrimci Marksistler savaş gündemlerinde liberal pasifistlerle, sosyal şovenlere karşı sert siyasal savaş vermek zorundadır. Çünkü bu iki eğilimin de temel gıdalarından biri savaş olan emperyalist-kapitalist sisteme hayat öpücüğü vermektedir. Muzaffer Ekim devriminin dünya arenasına taşınmasının aracı olarak kurulan Komünist Enternasyonal’e katılmanın 21 koşulundan 6’sı şuydu: Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her parti, sadece açık yurtseverliğe değil, iki yüzlü ve sahte sosyal pasifizmi ( barışçılık) de teşhir etmekle yükümlüdür; kapitalizmin devrimci yoldan yıkılmadıkça ne uluslararası hakem mahkemelerinin, ne silahların sınırlanmasına ilişkin tartışmaların, ne de Milletler Cemiyeti’nin demokratik tarzda düzeltilmesinin hiçbir zaman yeni emperyalist savaşları önlemeyeceğini işçilere sistemli bir şekilde anlatmalıdır.”

Sosyal Şovenizm Nedir?

Sosyal şovenizmin ne olduğunu sağlıklı bir şekilde tanımlamak için şovenizmi tanımlamakla başlamak gerekir. Şovenizm, kendi ulusal üstünlüğü doğrultusunda tarih, edebiyat vs yazını olan ve sürekli olarak bu üstünlüğü tehdit eden iç ve dış düşmanlar yaratan ve bu düşmanlara karşı hedef gösteren savaş çığırtkanlığı yaratan bir dil kullanarak yığınları burjuva saflarda toplamaya çalışan egemen sınıf ideolojisidir. Şovenizm burjuvazinin iktidarının devamı için rıza üretme mekanizmasını oluşturan en etkili silahlardan birisidir. Burjuvazi kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış gibi lanse etmeye çalışır. Bunu başarabildiği ölçüde iktidarının bekasını sağlamış olur. Kendisini ulus-devlet şeklinde örgütleyen burjuvazi, emekçi kitlelerin sınıfsal düşünmesini engellemek için milliyetçilik bombardımanına hiçbir zaman ara vermez. Burjuva çıkarlar için emekçi kitlelerin savaşlara sokulması dönemi geldiğinde şovenizm en üst boyutlara ulaşır. Şovenizm zehri yalnızca emekçi kitlelere burjuvazinin fraksiyonları tarafından taşınmaz. İşçi sınıfı ve sosyalist saflarda olan oportünist akımlar aracılığıyla da bu işi gerçekleştirmektedirler. Bu akımlar kendilerini sosyal yurtseverlik adı altında var ederler. Oportünizm ile sosyal-şovenizmin ideolojik ve politik özü aynıdır. Sınıf savaşları yerine sınıf işbirliğini, burjuva devletin imhası yerine onun demokratikleştirilmesini savunurlar. Savaş döneminde kendi burjuva devletini desteklerler, işçileri yurtseverlik adı altında burjuva saflarda anavatan savunmacılığına iterler.

Dünya işçi sınıfı sosyal şovenizmin en ağır yıkımını 1914 yılında patlak veren birinci cihan harbinde yaşamıştır. Dünya işçi sınıfının kitlesel örgütü olan İkinci Enternasyonal’in en güçlü seksiyonu Almaya Sosyal Demokrat İşçi Partisiydi. Partinin önderi Karl Kausky ise Marksizmin papası olarak tanımlanmaktaydı. 1914 yılında Kausky önderliğindeki İkinci Enternasyonal partileri savaş kredilerini onaylayarak işçi sınıfını kendi burjuvazisinin arkasında anavatan savunmacılığına davet etmekteydi. Teoride sosyalist olan İkinci Enternasyonal pratikte sosyal şovendi. Bu ihanet enternasyonali dağıtmış, işçi sınıfını şovenizmin batağına sokarak farklı milletlerden emekçi yığınların burjuva çıkarlar uğruna birbirlerini boğazlamasını ve tüm savaşların yıkımının işçi sınıfının omuzlarına yüklenmesini sağlamıştır. Sosyal Şovenizmin işçi hareketine ve sosyalist hareketin saflarına sokulması bu döneme tekabül etmektedir. Bir asırdan fazla bir zamandır işçi sınıfı saflarında sosyal şovenist akımlar varlıklarını sürdürmektedir. Türkiye sosyalist hareketinde sosyal şovenist eğilimler epey güçlüdür. Bugün hâla gerek ulusal gerekse de uluslararası düzeyde sosyalist saflarda etkili bir şekilde varlık gösteren İkinci Enternasyonal geleneğiyle hesaplaşmak için onun çöküşünü hazırlayan tarihsel nesnelliği mercek altına almamız gerekmektedir.

İkinci Enternasyonal’in Çöküşünü Hazırlayan Tarihsel Nesnellik

İkinci Enternasyonal’in sosyal şovenizme teslim olmasını salt yöneticilerin hainliğiyle açıklamak her şeyden önce Marksizmin inkarı olur. Çünkü tarih bireylerin olumlu olumsuz niyetleri üzerinden ilerlemez. Tarihi ilerleyişini sağlayan sınıflar mücadelesidir. Tüm tarihsel figürler bir sınıfın temsilcisi olarak tarih sahnesinde boy göstermiştir. Sağlıklı bir analiz yapmak için, bu çöküşün nesnelliğini hazırlayan tarihsel süreci, bu oportünist eğilimin yaslandığı sınıfsal eğilimi irdelemek elzemdir. Bunun içinde İkinci Enternasyonal’in nasıl bir zemin üzerinde kurulduğunu, nasıl bir örgütsel yapıya sahip olduğunu, bu örgütsel yapı içinde sürekli olarak kendisini var eden oportünist eğilimin tarihsel evrimini mercek altına alarak başlayabiliriz. İşçi sınıfı tarih sahnesine çıktığından beri, burjuvaziye karşı verdiği tüm mücadeleler aynı zamanda nasıl bir teşkilatlanma sorusuna cevap arayarak, kendisini bu alanda geliştirerek, bir sonraki kuşaklara pratiğin içinde sınanmış tecrübeler bırakarak ilerlemiştir. Komünistlerin Birliğinden, Dördüncü Enternasyonal’e bu teşkilatlanma deneyimleri küresel düzeyde hayat bulmuştur. İşçi sınıfının ilk enternasyonal teşkilatı olan Birinci Enternasyonal bugünkü anlamıyla bir partiden çok; işçi birliği, dernek, sendika tarzında örgütlenmelerdi. Birinci Enternasyonal burjuvazi karşısında işçi sınıfından yana olan tüm akımların kitlesel teşkilatıydı. Özellikle Paris Komünü yenilgisinden sonra Birinci Enternasyonal kendi içindeki farklı eğilimlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak bölünmeler ve dağılmalar sonucu yaşamıştır. İkinci Enternasyonal’in inşası, Birinci Enternasyonal’den farklı olarak kendisini sosyalist olarak tanımlayan tüm fraksiyon ve eğilimlerin ortak çatı partisi olarak kendisini var etmiştir. Bugün sosyalist solda tartışılan, zaman zaman kurulan çatı partisi, grup partisi modellerinin kökeni İkinci Enternasyonal’e dayanmaktadır. İkinci Enternasyonal'in tarihi boyunca içinde, uzlaşmacı, reformist, sosyalizme barışçıl yoldan ulaşmayı savunan, burjuva devletin imhası yerine, onun demokratikleştirilmesini savunan, işçi sınıfına güvenmeyen eğilimler her zaman var oldu. 1871-1914 döneminin nesnel koşulları oportünizmin güç kazanmasına olanak sağladı. Legal burjuva olanakların gelişmesiyle, legalizme tapma, parlamenterizm eğilimi doğrultusunda, burjuva düzene tam entegrasyonun olanaklarını yarattı. İşçi sınıfının içinde gelişen aristokrat katmanlar ve sendikalar içinde sınıfının üstünde yer alan bürokratik katmanların yeşermesine olanak sağladı. İkinci Enternasyonal partileri; küçük burjuvazi, işçi aristokrasisi, sendikal bürokrasi içinde bir çekim merkezi hâline geldi. İşte İkinci Enternasyonal’in oportünist, sosyal şoven eğilimlerinin yaslandığı, siyasal sözcülüğünü yaptığı sosyal tabaka bunlardır. Sözü Lenin’e bırakacak olursak” Oportünizm ile sosyal şovenizmin ekonomik temeli aynıdır. Ayrıcalıklı işçilerin önemsiz bir kesimi ile kendi ayrıcalıklı durumlarını savunan küçük-burjuvazinin ortak çıkarlarını; yani kendi ulusal burjuvazinin, egemen ulus durumundan paylarına düşecek kırıntılar….

Oportünizm ile sosyal şovenizmin ideolojik ve politik özü aynıdır; sınıf savaşımı yerine sınıf işbirliği, savaşın devrimci anlamını yadsıma; güçlüklerden bir devrim için yararlanmak yerine zor duruma düşen kendi hükümetine yardımcı olmak.”

Söylemde sosyalist olan İkinci Enternasyonal 1912’de Basle bildirisini imzalamıştır. Bildiride, büyük devletlerin emperyalist politikalarının bir sonucu olarak kapitalistlerin çıkarları ve hanedanların tutkuları için çıkartılan böyle bir savaşın, halkın çıkarları yönünden haklı gösterilmesine olanak bulunmadığı açıkça belirtilmişti. Basle bildirisi savaşın patlaması durumunda sosyalistlerin kapitalizmin devrilmesini hızlandırmak için savaşın neden olacağı ekonomik ve politik bunalımdan yararlanılması gerektiği yani sosyalist devrim için kendi burjuva devletine karşı sınıf savaşını öngörmekteydi. 1912 Basle Kongresi kararlarını alanlar, bildiriyi imzalayanlar, 1914’te savaş patlayınca kongre kararlarını çöpe atarak burjuvazinin saflarında anavatan savunmacılığına savruldu. Savaş karşısında ki bu tutum İkinci Enternasyonal’in iflası oldu.

Emperyalist Savaş Karşısında Enternasyonal Marksizmin Temel Ayracı: Devrimci Yenilgicilik

Komünist Enternasyonal’in inşa edilip ilk (4) kongre kararlarının alınmasıyla birlikte Bolşevizmin evrensel ilkeleri somutlanmıştır. Bolşevizm Marksizmin eylem haline bürünmüş halidir. Emperyalizm çağını, Marksizmin öğretilerine sadık kalarak yorumlayıp buna uygun örgütlenme araçları yarattığı için Marksizmi geliştirmiştir. Bolşeviklerin İkinci Enternasyonal’den kopuşu, Ekim devrimine giden sürecin siyasal önderliğinin inşasının, Bolşevizmin evrensel devrimci bir akıma dönüşmesinin yolunu açmıştır. Bu sürecin temeli savaş karşısında alınan tutum üzerinden şekillenmiştir. Savaş karşısında Enternasyonal devrimci tutumun temel ayracı devrimci yenilgicilik teorisinde cisimleşmektedir. Savaş gündeminde devrimci yenilgicilikten bahsetmemek, buna uygun siyasal faaliyet ve örgütsel yapı oluşturmamanın kaçınılmaz sonucu sosyal şovenizme ve sosyal pasifizme saplanmaktır. Devrimci yenilgicilik görüşünün özü, bir ülkedeki komünistler, devrimciler, emperyalist savaşta yada burjuvazinin kendi çıkarları için yürüttüğü uluslararası savaşlarda kendi burjuvazisine karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütmeyi sürdürmeli, kendi ülkesinin yenilgiye uğraması ihtimaline aldırmadan, hatta kendi ülkesinin yenilgisini sağlayacak bozguncu faaliyette bulunarak, savaşın yaratmış olduğu yıkımdan faydalanarak, bu savaşı devrimci bir iç savaşa çevirmeyi hedefler. Enternasyonalizmin en somut kıstası; önce başka ülkelerin burjuvazisine karşı çıkıp, kendi ülkesinin burjuvazisinin açık veya üstü örtük desteğini almak yerine, önce kendi ülkenin burjuvazisine ve milliyetçiliğine karşı mücadele edip diğer ülkelerin işçi sınıfına da aynı yolu göstermektir. Tutarlı bir enternasyonal devrimci olmanın yolu kendi ülkendeki sağlı sollu tüm milliyetçiliklerle hesaplaşmak, mücadelenin merkezine kendi burjuva devletini koymaktan geçmektedir. Bir ülke savaşa girdiğinde, sosyalist hareketinin önemli bir kısmı “Hepimiz Yurtseveriz” nidalarıyla, kendi burjuva devletini ama açıktan, ama örtük şekilde desteklemektedir. Bunun sonucunda farklı uluslardan işçi ve emekçilerin, burjuva çıkarlar uğruna birbirini boğazlaması, savaşın tüm yıkımının işçi, emekçi yığınların omuzlarına yüklenmesini sağlamaktadır. Kendi burjuva devletinin de güçlenmesini, vatan savaşı adı altında tüm toplumun burjuva saflara yedeklenmesine yol açmaktadır. Proleter bakış açısına göre, anavatan savunmasının kabul edilmesi, mevcut savaşın meşrulaştırılması, haklı bir savaş olduğunun kabul edilmesi demektir. Lenin’in tabiriyle” Bir proleter, “vatana ihanet” etmekten, kendi emperyalist büyük gücün yenilgisine hatta parçalanmasına katkıda bulunmadan ne kendi hükümetine darbe vurabilir nede kardeşine bizimle savaş içinde olan yabancı ülkelerin proleterlerine gerçekten el uzatabilir”

Emperyalist Savaş, Devrimci Durum, Devrimci İç Savaş

Makalemiz boyunca savaş karşısında Enternasyonal Marksist bir tutum almanın yolunun anavatan savunmacılığına ve pasifist bir barış şöylemine cephe almaktan geçtiğini, savaşa karşı devrimci tutumun sınıf savaşında ve savaşı devrimci bir iç savaşa çevirmekte düğümlendiğinden bahsettik. Makalemizin bu bölümünde savaşların neden devrimci durum olanakları yarattığını, neden devrimci iç savaş perspektifinin en gerçekçi tutum olduğunu irdeleyeceğiz. Savaş, siyasetin şiddet yöntemiyle sürdürülmesidir. Bu yöntemin barış döneminden farkı şudur: Savaş dönemleri, sınıf savaşlarının en keskin halidir. Burjuvazi emekçilere ve ezilenlere normal zamanlardaki saldırının en sertini gerçekleştirir. Burjuvazi savaş harcamalarını karşılamak için yığınlara ekonomik yıkımın en sert halini yaşatır. Emekçi yığınların yaşam koşullarında üst düzey yıkımlar yaratmakla kalmaz, kendi burjuva çıkarları için emekçi yığınların canlarını da ipotek altına alır. Emekçi yığınları cepheye sürerek fiziksel yıkımları da gündeme getirir. Bunu gerçekleştirirken, aykırı seslerin eyleme dönüşmesini engellemek için tüm demokratik hak ve hürriyetleri askıya alır. Savaş dönemlerinde ilk olarak medyada sansür uygulanır. Savaşın yarattığı milliyetçi şoven dalgaya alkış tutmayan tüm medya tasviye edilmeye çalışılır. Savaş dönemlerinde; grev, eylem, tüm hak arama girişimleri, normal zamanda demokratik olan her şey yasaklanır. Kısacası savaş dönemlerinde en demokratik burjuva devletler dahi, ultra otoriter eğilimlere bürünürler. Her şeyden önce savaş dönemlerinde olağanüstü bir işleyiş söz konusudur. Savaşın gidişatı doğrultusunda toplumsal altüst oluşlar, iç savaşlar, devrimci durumlara gebe olan bir sürece girilir. Savaş, sınıf savaşlarının en keskin hali olsa da, aynı zamanda şovenizmin, ırkçılığın, yığınlardaki tüm geri bilincin tavan yapmasını sağlar. Ne var ki, bu durum savaşın ilk zamanlarında hakim olan eğilimdir. Süreç ilerledikçe, cephelerden bozgun haberleri geldiğinde, cephe gerisinde ekonomik yıkım, işsizlik, yoksulluk tüm soğuk yüzünü hissettirdiğinde tüm özgürlüklerin kısıtlanmasında kitleleri boğma süreci yaşatır. Bu çelişkiler kitlelerde, savaşın sermayenin çıkarları için olduğu, savaşın emekçilerin savaşı olmadığı bilinci gelişebilir. Bu bilincin ürünü olarak burjuva devlete karşı kabaran öfke eyleme dönüşebilir. Bu eylemler kitlesel bir boyut kazandığı ölçüde egemen güçlerde yönetememe sorunu ve bu sorunun önlenemez sonucu olarak devrimci durumlar güncelleşir. Tam da bu noktada savaşa karşı devrimci iç savaş perspektifi somut bir gerçekliğe dönüşür. Devrimci durum oluştuğunda, iki yol ortaya çıkmaktadır: Egemen sınıflardaki yönetememe krizini derinleştirip devrimci bir iç savaşa dönüştürerek proletaryanın iktidarın fethini sağlamak yada oluşan krizin yarattığı devrimci olanakları ulusalcılık zehriyle anavatan savunmacılığına veya sosyal pasifizme hapsederek burjuva devleti imhadan kurtarmak. Bu sürecin üçüncü bir ara yolu yoktur. Milliyetçi dalgayı bertaraf etmek için, kitlelerde oluşan öfkeyi sınıf savaşına çevirmek ve devrimci duruma sürüklemek için devrimci partiye hava kadar su kadar ihtiyaç vardır. Devrimci önderliğin yokluğunda savaşın yarattığı tüm devrimci olanakların heba olması kaçınılmazdır.

İllegal Örgütün Önemi

Sınıf savaşlarının en keskinleşmiş hali olan savaş dönemlerinde burjuva devletler gündelik hayatın her alanında en sert hallerini gösterirler. Burjuvaziye karşı aynı sertlikte bir sınıf savaşı örebilmek için, burjuvazinin düzeninin denetiminin dışında bir teşkilatlanmaya ihtiyaç vardır. Savaş döneminde en demokratik burjuva cumhuriyetler dahi, ultra otoriterleşme süreçlerine girerler. Bu koşullarda burjuvazi kendi yasalarını dahi ayaklar altına aldığı bir süreç yaşanır. Bu koşullarda devrimci savaş yöntemlerini tartışmak ve bunları pratiğe geçirmek, ajitasyon, propaganda ve örgütlenme faaliyetlerinde bulunmak için illegal bir örgüte olan ihtiyaç yaşamsaldır. Bu koşullarda legalizmin kölesi olmak, legalite dışındaki tüm mücadele yöntemlerini küçümsemek sosyalizme ihanettir.


Savaş ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı

Savaş karşısında Enternasyonal Marksist perspektifin şekillenmesindeki temel ayraçlardan birisi de ezen ve ezilen ulus sorununa yaklaşımdır. Ezilen sömürge bir ulusun kendi ulus devletini kurmak için veya ulusal statü kazanmak için vermiş oldukları anti sömürgeci savaşları Enternasyonal Marksistler haklı ve meşru savaşlar olarak tanımlarlar. Ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını savunurlar. Eğer bir ezilen ulusun, kendi başına, ezen ulus devletinden kurtuluş olanağı yadsınıyorsa, bu kendi burjuvazisinin ayrıcalıkları için sürdürülen kavga anlamına gelmektedir. Kendi burjuva devletinin ilhaklarına, sömürgelerine karşı tutum almadan başka ülkelerin ilhaklarına karşı çıkmak, başka sömürge ulusların özgürlük mücadelesini desteklemek iki yüzlü sosyal şovenizmdir.

Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları

20. yüzyılda sömürge ulusların önemli bir kısmı kendi ulus devletlerini kurmuş olsalar da hâlâ günümüzde çözülmeyi bekleyen ulusal sorunlar vardır. Kendi ulus devletlerini kuramamış sömürge ulusların bağımsızlık savaşları, ulusal statü kazanma savaşlarını Enternasyonal Marksistler haklı savaşlar olarak tanımlayıp desteklerler. Enternasyonal Marksistler her durumda ezilenlerin yanındadır. Başkasını ezen bir ulusun işçi sınıfının asla özgür olamayacağını savunurlar. Bu öğreti doğrultusunda Enternasyonal Marksistler, ezilen ulusun mücadelesinin ve taleplerinin haklılığını, egemen ulusun işçi sınıfı içinde sistematik bir şekilde propagandasını gerçekleştirir.


Ezilen ulusa karşı burjuva devletin tüm sömürgeci, ırkçı, milliyetçi politikalarının karşısında yer alır.

Enternasyonal Marksistlerin ulusal sorun konusundaki ana referansı UKKTH (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) ilkesidir. Ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ezilen ulusun ulusal taleplerine koşul koymadan destek vermektedir. Kendi kaderini tayin hakkı ne yalnızca ulus-devlet kurma hakkıdır, ne de demokratik ulusal hakları elde etme hakkıdır. Ezilen ulusun, kendi geleceğini kendi iradesiyle belirleme hakkıdır. Ulusal hareketin siyasal olarak yanlış ve hatalı bir pozisyon içinde olması, burjuva devlet karşısında ulusal haklarını koşulsuz olarak desteklemeyi dışlamaz. Ulusal hareketler doğaları gereği pragmatiktir. Ulusal haklar kazanabilmek için her türlü ilkesiz ittifakın içerisinde yer alabilirler. Ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını desteklemek, burjuva devlet karşısında tüm ulusal taleplere sahip çıkmak, ulusal hareketin milliyetçi siyasal önderliğine biat etmek anlamına gelmez. Bu noktada ezen ulus ve ezilen ulus komünistlerinin izleyeceği koordineli strateji devreye girer. Ezen ulusun Komünistlerinin asli görevi, kendi burjuva devletinin ezilen ulus üzerinde kurduğu tüm baskıya, sömürgeci savaşa cepheden karşı çıkmaktır. Ezen ulus işçi sınıfı içinde yaratılan tüm milliyetçi, şoven dalgaya karşı sistematik bir siyasal mücadele yürütülmelidir. Ezilen ulusun Komünistlerinin asli görevi ise, burjuva milliyetçi çözümlerin sınırlarını ortaya koymak, mevcut ezilen ulus siyasal önderliğinin sınıf karakterini ve ilkesizliklerini teşhir ederek, proleter devrimci önderliğin inşasına odaklanmak, ezilen ulusun emekçi sınıflarına Komünist devrimci bir alternatif sunmaktır. Bu iki pratik ayaktan birisi yoksa verilecek mücadele her zaman sekteye uğramaya mahkum kalacaktır. Eğer sömürgeleştirilmiş coğrafyada, ezilen ulusun işçi sınıfı içinde faaliyet yürüten bir devrimci grup yoksa, Enternasyonal Marksistlerin görevi sömürge ülkede kendi seksiyonunu inşa etmek için kolları sıvamak olmalıdır.

Kapitalist düzenin ulusal sorunda halkları birbirine kırdırması ve bitmeyen etnik çatışmalar dışında vaat edeceği bir çözüm yoktur. Çünkü kapitalizm kendisini ırk temeline dayanan ulus-devletler şeklinde inşa eder. Egemen ulusa ait olmayan her topluluğa ulusal baskı uygular. Kapitalizm ulusal sorunların ana kaynağıdır. O yüzdendir ki burjuvazi bu soruna kalıcı bir çözüm getirebilme yetisine sahip değildir. Ulusal sorunlarında nihai çözümü gönüllü birlikten, halklar arası eşitlikten geçmektedir. Temel gıdası eşitsizlikler ve bu eşitsizlikleri örtmek için milliyetçiliğe ekmek kadar su kadar ihtiyaç duyan kapitalizm, nihai bir çözüm sunamaz.

Bu sorun da ancak proleter devrimlerle nihai bir çözüme kavuşabilir.

Faşizm ve Faşizme Karşı Mücadele

Faşizm burjuvazinin olağanüstü hâl rejimlerinden birisidir. Proleter devrimin burjuvazi için güncel tehdit olduğu dönemlerde, bu tehdidi bertaraf etmek için kullandığı en radikal yöntemdir. Faşizm kitle tabanını küçük burjuvaziden ve lümpen kesimlerden alan, onları işçi hareketinin devrimci yürüyüşünü önlemek için silahlandırır. Doğal tabanı küçük burjuvazi ve lümpen kesimlerden oluşan faşist hareketler burjuvazinin işçi sınıfına karşı kullandığı bir maşadır. Faşizm programını, işçi teşkilatlarının, ezilen kesimlerin öz örgütlerinin, devrimci örgütlerin lav edilmesi, sosyal reformların yok edilmesi, demokratik hak ve hürriyetlerin tümden imhası üzerine kurulur.

Kapitalist sistem siyasal ve ekonomik krizden uzak, sınıf mücadelesinin zayıf olduğu dönemlerde faşist grupları yedek kulübesinde bekletir. Ne zaman ki sınıf mücadelesi yükselişe geçer, sistem ekonomik ve siyasal bunalımlara girer, burjuvazi paramiliter faşist güçlerini kontrollü şekilde sahaya sürer.

Faşizm olağan burjuva demokrasisinden bir sapma değildir. Kapitalizmin olağan bir reaksiyonudur. Faşizm iktidara, işçi sınıfına ve demokratik örgütlere karşı kullandığı küçük burjuvazinin ve lümpen kesimlerin sırtından gelir. Ama iktidardaki faşizm küçük burjuvazinin değil burjuvazinin iktidarıdır. Finans kapitalin kanlı diktatörlüğü olan faşizm sayesinde burjuvazi devrimden kurtulur. Faşizm burjuvaziyi de siyasal olarak mülksüzleştirir. Tüm burjuva partiler ve kurumlar hatta burjuva parlamento dahi lav edilir. Fakat faşizm, burjuvazinin tüm kesimlerinin üzerinde uzlaştığı, burjuvazinin proleter devrim tehdidi karşısında sınıfsal birliğini sağlayan yegane araçlardan birisidir.

Faşizme karşı mücadelede burjuva fraksiyonlar arasından ittifak arayışına girmek, işçi sınıfını silahsızlandırmanın adıdır. Stalinci halk cephesi taktiği, burjuvazinin bir kısmını ilerici ilan eder, o kesimle ittifak içerisine girerek, faşizm karşısında burjuva demokrasisini korumayı nihai amaç ilan eder. Proleter devrim gibi hedeflerin öne çıkarılmasını birleşik halk cephesini bölen unsurlar olarak lanetler. Sınıf uzlaşmacılığına dayanan bu taktiği kapitalizmin olağan işleyişinin akışı yerle bir eder. Burjuvazinin en ılımlı, en demokratik kanadı bile proleter devrim tehdidi karşısında sıkı bir sınıfsal birlik içerisine girer. Proleter devrimi faşizmle ezmek için tüm gücünü seferber eder. Çünkü faşizm iktidarı onların lehinedir. Hem devrim tehlikesinden kurtulmuş oluyorlar hem de ezilmiş işçi hareketinin oluşturduğu yeni düzende burjuvaziye sınırsız sömürü gerçekleştirme alanına sahip olmaktadır.

Faşizmi dağıtmanın yolu örgütlü işçi sınıfını devreye sokmaktan geçmektedir. Enternasyonal Marksistlerin şiarı
"Faşizme karşı Sınıf cephesi" dir. İşçi sınıfının tüm örgütlerini, ezilenlerin, tüm gayrı memnunların birleşik cephesini savunurlar. Faşizme karşı tüm güçlerini seferber ettiği, kendi öz savunma teşkilatlarını ve milis güçlerinin oluşturulmasından, fabrika işgalleri, genel grevler, işçi şuraları ve devrimci ayaklanmayı örgütlemekten geçmektedir.

Faşizme karşı mücadele için, faşist tırmanışı beklemeye gerek yoktur. Faşizme karşı salt fikirsel bir mücadele yürütülemez. Çünkü faşizm, sınıf hareketine, ezilen uluslara, azınlıklara, toplumun her farklı unsuruna karşı doğrudan şiddet üzerinden kendisini var eden bir harekettir. Faşizme karşı her dönem kitlesel bir mücadele yürütmek, onların alanını sürekli daraltma faaliyeti içerisine girmek devrimci bir görevdir.



Göçmen ve Mülteci Sorunu

İnsanların bir yerden bir yere göç etmeleri kapitalizm öncesi sınıflı toplumlardan bu güne var olan bir olgudur. Bu göçler yalnızca uluslararası düzeyde gerçekleşmemektedir. Ulusal düzeyde sürekli göçler yaşamaktadır. Köyden kente, taşradan metropol kentlere..

Kapitalizm ulusal ve uluslararası düzeyde sürekli olarak insanları göçe zorlamaktadır. Göç nedenlerini irdelemeyi iki kategoride inceleyerek makalemize devam edeceğiz: ” İç göçler, dış göçler”

Bu iki kategorideki göç nedenleri ve sonuçları birbirine paraleldir. Kapitalizm her adımında her gelişim evresinde eşitsizlikleri beraberinde getirmekle birlikte bu eşitsizlikleri kuramsallaştırmaktadır. ” Burjuvazi köyleri kentlerin yönetimine bağımlı kıldı. Koca koca kentler yarattı, köy nüfusuna göre kent nüfusunu büyük ölçüde artırdı ve böylelikle nüfusun oldukça önemli bir kısmını köy yaşamının aptallaştırıcı etkisinden kurtardı. Nasıl köyü kente bağımlılaştırmışsa, aynı biçimde, barbar yada yarı barbar ülkeleri de uygar ülkelere, köylü halkları burjuva halklara, Doğu’yu Batı’ya bağımlı kıldı.”

Bu bağımlılık ilişkisi temelinde kapitalizm gelişimini sürdürdü. Kapitalizmin gelişimiyle birlikte kentler şekillenmeye, modernleşmeye başlamıştır. Kapitalizm için iş gücü bir zorunluluktur. Sanayinin gelişmesi kentleşmeyi doğurmuş, sanayi bölgelerinde daha yoğun bir nüfusun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kapitalizm üretime geçmek için işgücüne ihtiyaç duyar, bunun için de iş gücünü hazırda tutmak zorundadır. Lakin bu iş gücünün barınma ve yaşam koşullarına gelince, emekçi yığınlar kendi makus talihiyle baş başa bırakılmaktadır. Kapitalizm plansız sermaye anarşisine dayanır, bu özelliğin yaratmış olduğu sürekli ve zorunlu bir göçün nesnelliğini hazırlamaktadır. Sermayenin yoğunlaşması ve sanayileşme belli kentlerde gerçekleşir. Bu kentler ülkenin metropolleri geri kalanlar ise taşraları olur. Metropoller taşrayı kendisine bağımlı hale getirir. Sanayileşmenin olduğu kentlerde iş olanağı vardır, eğitim, sağlık, kültür, sanat merkezleridir. Bu özelliklerinden dolayı sürekli olarak göç çeker. Taşradan gerçekleşen her kültürel göç, metropollerin yerli burjuva, küçük burjuva ve işçi aristokratı kesimlerinde ötekileştirmeyi, göç edenler içinde de gettolaşmayı sağlar. Çünkü taşradan göç edenlerin kültürel özellikleri, konuşma tarzı, giyim kuşamı, metropollerin yerli burjuva ve küçük burjuvalarına hiç benzememektedir. Her fırsatta dışlanmaya, göç ettikleri kentin yerlisi olmadıkları onlara hatırlatılmaktadır. Taşradan göç eden her kesim şehirlerin varoşlarında kendi gettolarını oluşturmaktadır. İç göçler yalnızca iş ve eğitim amaçlı olmamaktadır. Kendisini ulus-devletler şeklinde örgütleyen kapitalizmin doğası gereği milliyetçi ve ırkçı bir yönelime sahiptir. Egemen ulusa mensup olmayan her milli azınlık, farklı inanç grupları baskı altına alınarak asimile edilmeye çalışılır. Bu asimilasyon politikalarına karşı gelişen her reaksiyon devlet terörüyle bastırılmaya çalışılır. Buda iç savaşları, çatışmaları, zorunlu göçleri beraberinde getirir. Türkiye özelinde ele alırsak, başta Kürtler olmak üzere, Aleviler, Ermeni, Rum, Süryanileri örnek olarak gösterebiliriz. Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkartılan Şark Islahat Kanunuyla Kürdistan’dan birçok insan batıya, batıdaki birçok insan Kürdistan’a zorunlu göçe tabi tutulmuştur. Dersim katliamıyla birlikte, birçok Dersim’li Türkiye’nin farklı kentlerine göç etmek zorunda kalmıştır. 90’lı yıllarla birlikte Kürdistan’da yürütülen savaş, köy boşaltmalarıyla birlikte batının metropollerine yoğun göçler gerçekleşmiştir. Göç eden Kürt yoksulları ırkçılığa, ötekileştirmeye maruz kalarak, kimsenin tercih etmediği en kötü, en pis, en ağır işlerde, sigortasız, güvencesiz, Türk işçilerinin çalıştığı ücretin çok altında çalışmaya maruz bırakıldı. Bu yaşanan durum kapitalizmin küresel düzeyde göçmenlere biçmiş olduğu yaşamdı. Uluslararası göç nedenlerini irdeleyecek olursak, bunların da ulusal göç nedenleriyle benzer bir zeminde şekillendiğini görmekteyiz. Savaşlar, iç savaşlar, bölgesel çatışmalar, etnik, dinsel kutuplaşmalar, ekonomik krizler, ekolojik yıkımlar küresel düzeyde göçmenliğin temel sebeplerindendir. Kapitalizmin hayatta kalması, çevre tahribine (ki buna bilhassa Kuzey ve Doğu Afrika ile Batı Asya’daki tarım kentlerinin su teminini olumsuz etkileyen iklimsel ısınmada dahildir), işçi mücadelelerinin elde ettiği hakların sistematik tasfiyesine, devletleri parçalayan sömürgeci müdahalelere, militarizme, “teröre karşı mücadele” adına hürriyetlerin kısıtlanmasına, dini fanatizm ile faşizmin yükselmesine ve hudutların kapanmasına sebep olmaktadır….

Sermaye için komple açık olan hudutlar, sermayenin küresel çapta yıkımının mağdurları olan emekçi halklar için kapalıdır. Tüm hudutlar suni bir şekilde oluşturulmuştur. Emperyalist güçler sıklıkla despotik rejimler( askeri rejimler, mutlakiyetçi hanedanlar, vs) kurmuşlar, büyük miktarda silah temin etmişler, tabi kaynakları yağmalamışlar, birçok defa toprak sahipleri ve kapitalistlere dayalı gerici güçleri desteklemişlerdir. Bu durumda bitmeyen savaşları, yıkımları beraberinde getirmekle birlikte küresel düzeyde kapitalizmin çözemediği büyük mülteci krizlerinin oluşmasına neden olmuştur.

*)Enternasyonal Marksistler ve Göçmenler

Göç yeni bir olgu değildir. Ekonomik, askeri, siyasal, dinsel, çevresel nedenlerden dolayı insanlar sürekli göç etmektedir. Küresel düzeyde hükümetlerin göçmen düşmanı politikalarına, göçü engellemeye yönelik devlet baskılarına rağmen her yıl göçmen sayısı katlanarak büyümektedir. Birleşmiş Milletler tahminlerine göre bugün yeryüzünde 272 milyondan fazla insan doğduğu ülke dışında bir yerde yaşamını sürdürmektedir. Göçmenlerin ezici çoğunluğu öğrenciler ve emekçilerden oluşmaktadır. Göçmenler bulundukları ülkenin işçi sınıfının en güvencesiz, en kötü şartlara sahip kesimini oluşturmaktadır. Sosyal haklar ve kamusal hizmetlerden faydalanma olanakları yok denecek kadar azdır. Göçmenlerin bu çaresizliğini kapitalistler fırsata çevirmektedir. Yerli işçilerden daha ağır koşullarda çok daha düşük ücretle çalıştırılmaktadır. Bunun sonucu olarak da işçi ücretlerinin ve sosyal hakların düşmesine sebep olmakla birlikte bu durumun tüm faturası göçmen işçilere kesilmektedir. Böylece işçi sınıfı içinde yapay düşmanlıkların yeşermesine sebep olmaktadır. Göçmenlere karşıda sistematik bir ırkçılık yapılarak, ülkedeki tüm kötü gidişin günah keçisi ilan edilmektedir. Böylece hem işçi sınıfı bölünmekte, hem de göçmen düşmanlığı üzerinden milliyetçi, faşist dalga büyütülmektedir. Göçmenler yerli işçi sınıfının ekmeğini çalan onun işsiz kalmasına sebep olan faktör olarak lanse edilir. Kapitalizmin getirdiği tüm yıkımların faturası bilinçli olarak göçmenlere kesilir. Böylece sisteme karşı biriken öfke milliyetçi, ırkçı bir ideolojik kuşatma altında kontrol altına alınılır. Enternasyonal Marksistler göçmen düşmanlığına karşı mücadeleyi kapitalizme ve faşizme karşı mücadeleden bağımsız olarak ele almazlar. Göçmenleri işçi sınıfının parçası olarak görürler. Yerli işçi sınıfıyla birleşik şekilde mücadele etmesini savunurlar. Yerli işçi sınıfının sahip olduğu tüm hak ve hürriyetlere göçmen işçilerinde sahip olması için mücadele ederler. Göçmenlere yönelik tüm ırkçı ve ayrımcı politikalara cepheden karşı çıkarlar. Çünkü işçi sınıfı esasen uluslararası bir sınıftır. Bilinçli proletarya tüm ayrıcalıklara karşı mücadele eder. Her yerde hür dolaşım hakkının dahil olduğu en yüksek demokrasiyi talep ederler.

*) Göçmen ve Mülteci İşçilerin Özellikleri

Birleşmiş Milletler’in verilerine göre bugün yeryüzünde 272 milyondan fazla insan, doğduğu ülke dışında bir ülkede ikamet etmektedir. Bu veriye göçmen ailelerin çocukları da eklendiğinde, sayının 2-3 katına çıkması kaçınılmazdır. Kapitalist dünyada insanlar sürekli olarak bir yerden bir yere göç halindedir. Savaşlar ve siyasi baskılar nedeniyle kitlesel göçler yaşansa da, yeni iş imkanlarına kavuşmak amacıyla yapılan güçlerde azımsanamayacak düzeydedir. Kapitalist hükümetlerin tüm göç karşıtı politikalarına rağmen, insanlar hayatlarını ortaya koyarak göç yollarına çıkmaya devam etmektedir. Küresel bir göç çağında yaşamaktayız. Kapitalizm küresel düzeyde iktisadi, ekolojik, sağlık kriziyle birlikte göç krizi de yaşanmaktadır. Çürümekte olan kapitalizm nüfusun zorla ve şiddet yoluyla yığınlar halinde yer değiştirmesine sebep olmaktadır. Dünyanın neredeyse tamamında gerçekleşen bu gücün neden-sonuç ilişkisini irdelemek ve somut devrimci görevler çıkarmak hayati bir önem teşkil etmektedir. Çünkü bugün göçmenlerin ezici çoğunluğunu göçmen işçiler oluşturmaktadır. Göçmen işçiler küresel işçi sınıfının en güvencesiz kesimini oluşturmaktadır. Kapitalizmin 70’li yıllardan bu güne gerçekleştirdiği Neo-liberal dönüşüm politikalarıyla, güvencesiz, esnek çalışması küresel istihdam biçimine dönüşmüştür. Bu güvencesizler ordusunun piyadelerinin ezici çoğunluğunu göçmen işçiler oluşturmaktadır.

*)Göçmen İşçiler Kapitalist Gelişimin Kaynağıdır

Göç olgusu kapitalizm öncesi sınıflı toplumlara dayansa da, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte göç dalgası hız kazanmıştır. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte üretim araçlarındaki mülkiyet değişimleri yeni toplumsal sınıfları beraberinde getirdi. Kapitalist gelişme, kırı kente bağımlı hâle getirmesiyle birlikte köyden kente doğru bitmeyecek bir göç yolunun taşlarını da döşemiştir. Kentlerde hızlı oluşan göçle birlikte, göçmen işçilerin payına sefalet ücretinde gece gündüz çalışmak düştü. Kapitalizmin doğuşundan bugüne kadar sistematik olarak göçmen işçiler işçi sınıfının her zaman önemli bir kısmını oluşturdu. Kapitalizmin doğuşundan bu güne kadar küresel düzeyde işçi sınıfının en güvencesiz kesimini her zaman göçmen işçiler oluşturdu. Kapitalist sermaye birikimi göçmen işçilerin omuzlarında gerçekleşmiştir. Kapitalistleşme sürecinin olmazsa olmaz bir özelliği de kendisini ırk temeline dayandıran ulus-devletler şeklinde örgütlemesidir. Kapitalizmin bu özelliği şiddete ve baskıya dayanan göç dalgasını sürekli var etmiştir. Ulus-devletleşme süreci milli azınlıklar sorununu da beraberinde getirdi. Kapitalizm bu sorunu baskı, şiddet, asimilasyon yöntemiyle çözme yolunu kullandı. İç savaşlar, çatışmalar, soykırımlar, özellikle birinci cihan harbinden sonra zora dayanan mübadele yoluyla milyonlarca insan yaşadıkları topraklardan koparıldılar. Ulusal, dinsel, siyasal baskılardan dolayı hâla dünyanın dört bir yanında göçler devam etmektedir. Küresel düzeyde göçmen işçiler, göç ettikleri ülkelerin yerli işçilerinin tercih etmediği işlerde çalışırlar. Bu işler toplum tarafından pis işler olarak tanımlanan; ağır, sağlıksız, güvencesiz işlerdir. Temizlik, tarım, hizmet, inşaat, sanayinin merdiven altı atölyeleri olarak tanımlanan sektörler ilk akla gelenlerdir. Göçmen işçiler yerli işçilerin aldığı ücretin çok çok altında, çalışma saatleri onlardan çok daha fazla ve hiçbir sosyal hakka sahip olmadan çalışmaktadır. Küresel düzeyde göçmen işçiler emek hiyerarşisinin en alt katmanında yer alırlar. Göçmen işçilerin çalıştığı işler sürekliliği olmayan günü birlik veya sezonluk işlerdir. İşçi sınıfının yedek işgücü olan işsizler ordusunun önemli bir kesimi göçmenlerden oluşur. Sürekli işsizlik tehdidi altında olan göçmen işçiler ucuza çalıştırılarak yerli işçilerin emek değerini düşürmek içinde kapitalistler tarafından koz olarak kullanılmaktadır. Sınır dışı edilme, ırkçı saldırılar tehdidinin kıskacında yaşayan göçmenler bu özelliklerinden dolayı yedek iş gücü ordusunun en kullanışlı kesimini oluşturmaktadır. Göçmen işçilerin önemli bir kısmı örgütsüz olmakla birlikte, birçok kapitalist merkezde örgütlenme hakkı ya yok, ya da çok kısıtlıdır. Sendikalar göçmen işçilerle ilgilenmemekte, onları örgütlemeyi gündemlerine almamakla birlikte kapitalist hükümetlerin göçmen düşmanı politikalarına sesiz kalmakta veya bu ırkçı dalganın taşıyıcısı olmaktadır.


*)Irkçılığa ve Faşizme Karşı Mücadelenin Ayrılmaz Köşe Taşı Olarak Göçmen Dayanışması

Son yıllarda ırkçı saldırılar, faşist şöylemler, belli toplumsal kesimleri hedef tahtasına koyma eğilimleri gerek Türkiye’de, gerekse de dünyada artmaktadır. Irkçılığın bu düzeyde artışı ne tesadüftür ne de sağcı odakların ucuz popülizmidir. Kapitalizm küresel düzeyde iktisadi ve sağlık krizi içindedir. Bu krizler ekonomik daralmaları, korumacı tedbirleri, savaşları, yoksulluğu ve üst düzeylere çıkan eşitsizlerin oluşmasına neden olmaktadır. Bu eşitsizlikleri ve yoksullukları görünmez kılmak için, emekçi kitleleri kendi saflarına yedeklemek için burjuvazi milliyetçiliği ve ırkçılığı olabildiğince ateşlemektedir. Milliyetçilik ve ırkçılık küresel düzeyde kapitalist hükümetler tarafından göçmen düşmanlığı üzerinden gerçekleşmektedir. Özellikle Covid-19 sağlık krizinden sonra küresel düzeyde göçmenlere yönelik düşmanlık artırılmakta, bunun önlenemez sonucu olarak ırkçı saldırılarda önemli bir artış yaşanmaktadır. Türkiye özelinde ele alacak olursak milliyetçilik ve militarizm şöylemi ile birlikte ırkçı saldırıların artığını görmekteyiz. Neredeyse her yıl mevsimlik Kürt tarım işçileri ırkçı saldırılara maruz kalmaktadır. Sistematik ırkçı saldırılara, kin ve düşmanlığa, taciz, tecavüz kötü muameleye maruz kalan bir diğer kesim ise Suriyeli mültecilerdir. 2011’den beri devam eden Suriye savaşında Erdoğan her zaman taraf oldu. Bu savaşın büyümesi ve derinleşmesi için faaliyet yürüttü. Cihatçı çeteleri besleyip, büyüttü. Sadece Suriye ile sınırlı kalmayarak Ortadoğu’dan Libya’ya, Kafkasya’ya kadar tüm emperyalist paylaşım savaşlarında yer aldı. Bu savaşın sonucu olarak kitlesel göçler ve mülteci krizleri beraberinde geldi. Erdoğan rejimi mültecilerin Avrupa’ya geçişini engellemek için jandarma görevi üstlendi. Bunun için Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletlerden yüklü miktarda para aldı. AB ile yaşanan krizlerde mültecileri diplomatik bir koz olarak kullandı. Savaşın tarafı olan devletler savaşın mağdurlarını birbirlerine karşı koz olarak kullanarak devletler düzeyinde insan tacirliği gerçekleştirmektedir. Türkiye’de mülteciler en kötü koşullarda çalışıp, sefalete mahkum edilmektedirler. İktidarından muhalefetine kadar her fırsatta mültecileri düşmanlaştırılmakta, tüm olumsuzlukların günah keçisi ilan edilerek, nefret objesine dönüştürülmektedir. Mültecilerin nargile içmesi, çay içmesi, denize girmesi, yılbaşında eğlenmesi dâhi ırkçı bir linçin konusu hâline getirilmektedir. Türkiye’nin dört bir yanında mültecilere karşı nefret dili hakim bir dil hâline getirilerek faşist saldırıların tertiplenmesine yol açmaktadır. Mültecilere dayanışma içinde bulunmadan, mülteci düşmanlığına karşı mücadele etmeden ırkçılığa ve faşizme karşı mücadeleden bahsedilemez. Mültecilerle dayanışma içinde olmak faşizme ve ırkçılığa karşı mücadelenin olmazsa olmaz köşe taşıdır.

Enternasyonal Devrimci Görevler

*) Göçmen ve mülteci düşmanlığına karşı tutarlı bir mücadele, proletarya enternasyonalizmini kuşanmaktan ve onu militanca savunmaktan geçmektedir. Emekçilerin hakiki vatanı, küresel işçi sınıfıdır. Milliyetçilik ve hudutların kapatılması emekçileri böler. Sermaye için açık olan hudutlar emekçiler ve öğrenciler içinde açık olmalıdır. Göçmen emekçiler, sadece mağdur değildirler. Tüm baskı görenler ve sömürülenler gibi dayanışma ve toplu mücadele gösterebilme kabiliyetine sahiptirler. Göçmen ve mülteci emekçiler arasında teşkilatlanmak Enternasyonal Marksistlerin devrimci görevlerindendir.

*) İktidardan burjuva muhalefetinin tüm kesimleri her fırsatta mülteci düşmanlığı gerçekleştirmektedir. Sosyalist solun önemli bir kesimi mülteci sorununu ele almamakta, mülteci emekçileri Siyasal İslamın tabanı olarak gördükleri için onlara sırt çevirmektedir. Mültecilere karşı infial uyandıran faşist linç olduğu dönemlerde kınama mesajı yayınlama dışında bir faaliyette bulunmamaktadırlar. Mülteci düşmanlığını üreten tüm siyasal odaklara karşı ve buna ilgi göstermeyen sol hareketlere karşı uzlaşmaz siyasal mücadele yürütmek enternasyonal devrimcilerin görevidir.

*) Göçmen işçilerin ezici çoğunluğu örgütsüzdür. Yasal olarak örgütlenme hakkı yok denecek kadar azdır. Sermayenin ve devletin ikincil aygıtı hâline gelmiş sendikalar göçmen işçilere sırt çevirmekte, onların teşkilatlanması için herhangi bir girişimde bulunmamakla birlikte, yabancı düşmanlığının yerli işçi sınıfı içinde boy göstermesine katkı sunmaktadır. Göçmen işçilerin yerli işçilerle aynı haklara sahip olması için mücadele etmek, teşkilatlanmak enternasyonal devrimci görevlerdendir.

*) Göçmenleri savunmak için işçi teşkilatlarının birleşik cephesi!

*) Göçmenler için gözaltı merkezleri kapatılsın!

*) Tüm ayrımcı kanunlar kaldırılsın!

*) Tüm hudutlar emekçiler ve öğrencilere açılsın, mülteciler, emekçiler ve aileleri için istedikleri yere yerleşme hürriyeti!

*) Tüm göçmen ve mülteciler için eşit hak!

*) Milli burjuva devletleri imha etmek, sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz, Patronsuz bir dünya için, sosyalist dünya devriminin önünü açmak için Enternasyonal Devrimci Dünya Partisini yeniden inşa edelim!

Kadın Sorunu

Kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği burjuva siyasal akımların iddia ettiği gibi insanlık tarihi boyunca var olan, erkeklerin biyolojik özelliklerinden kaynaklanan bir sorun değildir. Kadınların ezilmesinin tarihsel kökeni sınıflı toplumların doğmasıyla hayat bulmuştur. Bu nedenle Devrimci Marksizm kadınların nihai özgürlüğünü ancak insanlığın ve tüm canlıların sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz, patronsuz, devletsiz bir dünyaya yani Komünist dünyaya ulaşmasıyla gerçekleşeceğini savunmaktadır. Devrimci Marksistler, ataerkil burjuva toplumun yıkılmadan kadınların nihai kurtuluşunun gerçekleşmeyeceğini savunmakla birlikte, kadınların mücadelesi olmadan da insanlığın Komünist dünya devrimi yürüyüşünü başlatamayacağını savunurlar.

Kadınlar ezilmektedir, mevcut küresel kapitalist sistemin tüm hücreleri ataerkil şekilde inşa edilmiştir. Kadınların toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin her türüne karşı, patriyarkal kapitalist sisteme karşı isyan etmesi, sesli itirazlarda bulunması meşrudur. Enternasyonal Komünistler kadınların tüm mücadelelerini desteklerler, büyütmeye çalışırlar, mücadelenin devrimci Komünist bir eksene girmesi için faaliyette bulunurlar.

Kadınların mücadelesi tüm ezilenlerin mücadelesi gibi içinde bulundukları eşitsizliklere karşı bir tepki hareketidir. Toplumsal kurtuluş hareketi değildirler, sınırları bellidir. Bu bakımdan, Devrimci Marksistlerin bu hareketlere karşı tutumunu belirlerken onları devrimci işçi hareketinin bir hasmı veya rakibi olarak görmezler. Bu mücadeleyi toplumsal kurtuluş mücadelesiyle birleştirme, bu harekete Devrimci Marksist bir perspektif taşıma gayretiyle yaklaşırlar.

İşçi sınıfını bölen kadın hareketi değildir, ataerkil kapitalist sistemin ideolojisidir. Sınıfsız topluma giden yolda proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi, bu sınıfın yarısını oluşturan kadınların arka planda kalmasıyla gerçekleştirilemez. Bu bilinçle Devrimci Marksistler; kadın emekçilerin siyasal mücadeleye aktif şekilde katılmasını teşvik etmekle birlikte işçi kitle örgütleri ve devrimci teşkilatlar içinde ataerkilliğe, maçoluğa taviz vermezler.


Toplumsal cinsiyet eşitliği için mücadele etmeyen, erkek egemen burjuva devletin ideolojisiyle hesaplaşma içerisine girmeyen bir işçi hareketinin devrimcileşemeyeceğini savunurlar.

Kendisini tüm hücrelerine kadar eril şekilde örgütleyen kapitalizmin ve onun burjuva devletinin en temel kurumlarından birisi çekirdek ailedir. Çekirdek aile burjuva devletin toplumdaki izdüşümü olmakla birlikte kadının ezilmesini kurumsallaştıran temel unsurlardandır. Çünkü aile iş gücünün yeniden üretilmesine hizmet eden bir kurumdur. Kapitalizmde aile yalnızca yeniden üretim ve tüketim birimi değildir. Aynı zamanda da ideolojik bir işleve sahiptir. Cinsiyetçiliği kitlesel hâlde üretip bunu ideal toplumsal norm olarak dayatan kapitalizmin kutsal ailesidir. Kutsal aile kurumu kadını itibarsızlaştıran, onu ikinci sınıf cinsiyet olarak toplumda var eden, tüm cinsiyetçi, muhafazakar, gerici ideolojilerin sürekli üretimini sağlayan fabrika işlevi görür. Kutsal aile metaforunun ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin maddi temelini ortadan kaldırmanın yolu ev işlerinin toplumsallaştırılması ve tüm toplumsal ilişkilerin cinsiyet eşitliği temelinde örgütlenmesinden geçmektedir. Bu sürecin önünü açmanın yolu da proleter devrimlerden geçmektedir.

Burjuva feminizmi her sınıftan kadını, siyasetin öznesi olarak önerip soyut bir kadın perspektifinden yola çıkarak siyaset üretmeye çalışır. Bu noktada hem ideolojik hem toplumsal hem pratik anlamda egemen ideolojiyi aşamaz. Biz Devrimci Marksistler ataerkil kapitalist sisteme karşı mücadeleye kalkıştığımızda, tüm ezme-ezilme karşıtlığını üreten iktidar mekanizması ve üretim ilişkileri içinde bireylerin konumlanışını göz ardı edemeyiz. Ataerkil düzene karşı mücadeleyi bırakalım, bu sisteme karşı en küçük bir itirazı dahi dile getirebilmemiz için kapitalist sistemi hedef almamız gerekir. Çünkü cinsiyet ve sınıf eşitsizliği ve bu çatışmalar kapitalizmin eşitsizliklerinin sonucudur. O yüzdendir ki patriyarka sadece erkeklerin kadınlar üzerindeki ezme ezilme ilişkisiyle açıklanamaz. Patriyarka dediğimiz egemenlik biçimi aynı zamanda burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde kurduğu, yaşlıların gençler üzerinde, aile reisinin diğer üyeler üzerinde kurduğu iktidarı, sendikal bürokrasinin işçiler üzerinde kurduğu iktidarı, yani kısaca tüm ezen-ezilen ilişkilerini kapsar.

Tüm bu ezme-ezilme ilişkilerini birbirinden ayırarak, kapitalizme karşı mücadeleden yalıtmak, mevcut ezme, ezilme ilişkilerinin devamını savunmanın farklı bir adıdır.

LGBTİ+Lar

İnsanlık tarihi boyunca LGBTİ+lar her zaman vardılar. Eski yazılı belgelerde, yazıtlarda, antikçağ bulgularında, mitolojilerde bunları fazlasıyla görmek mümkündür. Kimi bölgelerde LGBTİ+lara karşı sert baskılar varken, kimi bölgelerde bu durum saygınlık olarak görülmekteydi. Örnek verecek olursak Roma'da LGBTİ+lar baskılanırken, Antik Yunan'da saygın bir konuma sahipti. Tarih boyunca egemen sınıflar içinde LGBTİ+lar tolere edilebilen bir olguyken, ezilen sınıflar için hiç müsâma gösterilmeyen bir durumdur. Sınıflı toplumların sonucu olarak ortaya çıkan ataerkil düzen ve onun temel çekirdeği aile kendisini hetoroseksist bir diktatörlük olarak örgütlemiştir. Bunu insanlığın tek cinsel yönelimi olarak kodlamış, bunun dışına çıkma eğilimlerine karşı her zaman en sert savaşı vermiştir. Din, hukuk, kültür, örf, toplumsal ahlak gibi aygıtlarıyla da homofobinin canlı ve diri kalmasını sağlamıştır. Bu durumun en temel nedeni heteroseksüellik dışında kalan cinsel yönelimlerin üreyememesi, bu yönelimlerin yaygınlaşması otomatik olarak nüfus artışını sekteye uğratacağı endişesinde düğümlenmektedir. Ataerkil heteronormavite temelli kurulan aile, aynı zamanda tarih boyunca egemenlerin köle, işgücü, ordu gücünü üreten fabrikasıdır. Ezme ezilme ilişkilerini normalleştiren ideolojik üretimin çekirdek hücresidir. LGBTİ+ların özgürleşmesi sınıflı toplumların kutsal ailesinin tuzla buz olması anlamına gelmektedir.

Cinsiyet, cinsel yönelim yalnızca genetik, biyolojik olgular olarak var olmamaktadır. Sınıflı toplumlar tarihi boyunca sosyolojik ve ideolojik olgular olarak hayat buldu ve tüm keskinliğiyle yaşamaya devam etmektedir. Homofobi ve nefret suçları bu durumun yalnızca sonucudur. Homofobi ve nefret suçları tamamen ideolojik ve politiktir. LGBTİ+ların varlığı bugünkü dünyaya egemen olan ataerkil, heteroseksüel diktatörlük putuna açılmış bir savaştır. O yüzdendir ki LGBTİ+ların varlığı daha görünür oldukça örgütlü toplumsal bir harekete evrildikçe eril hetero kapitalist devletlerde kendi iktidarlarının bekası için örgütlü şekilde harekete geçmektedirler. Komünist devrimcilerin amacı tüm ezme ezilme ilişkilerini, ayrıcalıkları ortadan kaldırmaktır. Cinsel özgürleşmeyi kendi insanlık projesinin, mücadelesinin bir parçası haline getirmeyen bir komünist hareketin, işçi hareketinin dünyayı değiştirebilme iddiasını taşıyabilmesi olanaksızdır. Çünkü devrimci komünistler yalnızca önüne işçi sınıfının sorunlarını koymaz. İşçi sınıfı önderliğinde tüm insanlığın, doğanın, tüm canlı türlerinin sorunlarını önüne koyarak bunlar için somut devrimci politika üretir. Muzaffer Ekim devrimi tüm dünyada LGBTİ+ların suç olduğu, Avrupa'nın birçok ülkesinde cezasının idam olduğu bir dünyada LGBTİ+lar için geniş özgürlükler sağladı. Çarlık döneminden kalma tüm ataerkil, heteroseksüel diktatörlüğü dayatan yasalar kaldırıldı. LGBTİ+lar üzerindeki tüm yasaklar kalkmakla birlikte heteroseksüel ve ataerkil hegamonyayı dayatan eski düzenin kalıntılarına karşı savaş açıldı. Stalinci bürokrasinin karşı devrim süreciyle birlikte Ekim devriminin kazanımları olan özgürlüklere karşı savaş başladı. Bunlardan cinsel özgürlüklerde nasibini aldı. 1934 yılında Stalinci bürokrasi çarlık dönemindeki gibi LGBTİ+ları suç kapsamına alan, heteroseksüel diktatörlüğü egemen kılan eril, homofobik bir toplumsal düzen inşa etmeye başladı.


Bu süreçle birlikte cinsel özgürlük, LGBTİ+ların özgürlüğü mücadelesi Komünist saflardan aforoz edilerek, burjuva sapkınlığı olarak lanetlendi.

Enternasyonal Komünistler, sınıfsal, cinsel, ulusal tüm ezme ezilme ilişkilerine karşı mücadele ederler. Cinsel azınlıklara uygulanan baskı ve şiddeti, ayrımcı politikaları işçi sınıfını boğan zincirin bir halkası olarak görür. LGBTİ+ların özgürlük mücadelesini aktif olarak desteklemekle birlikte, bu sorununda nihai çözümünün sosyalist dünya devriminden geçtiğini savunurlar. İşçi sınıfı içinde, emek örgütleri ve sosyalist sol içindeki homofobik eğilimlere karşıda mücadele etmeyi somut devrimci görevleri arasında tanımlarlar.


Irkçılığa, Milliyetçiliğe, Ulusalcılığa Karşı Mücadele

Milliyetçilik, ulusalcılık, vatanseverlik, yurtseverlik gibi ulusalcı ögeler taşıyan tüm kavramlar burjuvazinin feodalizm karşısındaki tarihsel zaferinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. 18. Yüzyılın sonu 19 yüzyılın büyük bir bölümü ticaret ve yeni üretim teknikleriyle yükselen burjuvazinin gelişiminin önündeki en büyük engel feodalizmdi. Büyük feodal imparatorlukları yıkan burjuvazi kendisini ulus-devletler şeklinde örgütlemeye başladı.

Kapitalizm serpilip gelişebilmek için gümrüklerle korunan ve böylelikle onu başka kapitalistlerin rekabetinden koruyan sınırlara ihtiyaç duyar. İşte tam da bu ihtiyacın ürünü olarak, burjuvazi feodalizmden farklı olarak politik olanı dinle değil ulus, millet, etnik kimlik üzerinden tanımlama sürecine girdi. Milliyetçilik, ulusalcılık, yurtseverlik, vatanseverlik gibi tüm ırkçılığı üreten siyasal doktrinler burjuva ideolojisinin çimentosudur. Burjuvazinin herhangi bir fraksiyonundan milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı mücadele içine girmesini beklemek kasapların hayvan sever olmasını beklemekle eş değerdir.

Kendisini ulus-devletler şeklinde örgütleyen burjuvazi, her ülkede egemen bir ulus ve onun ideolojisini dayatmıştır. Egemen ulusa mensup olmayan diğer tüm uluslara baskı uygulayarak onları asimile etmeye, yok etmeye çalışmıştır. Kapitalist ulus-devletlerin tarihi aynı zamanda pogromlar, soykırımlar, katliamlar, kırımlar tarihidir de. Kapitalizm farklı ulusal, etnik, dini kimlikleri barış içinde eşitlik temelinde bir arada yaşatabilme yetisine sahip değildir. Dünya emekçilerinin birliğini parçalamak için tüm dünyayı hudutlara bölmüştür. Hudutlarla belirlediği ülkelerin içinde ise dil, din, ırk farklılıkları kullanarak yapay düşmanlar üretmektedir. Bugünkü tüm hudutlar burjuva çıkarların emperyalist savaşların yıkımların ürünüdür. Tüm hudutlar yapay olarak vardır. Ancak işçi sınıfının enternasyonal devrimci mücadelesi kapitalizmi ve tüm hudutları tarihin çöp sepetine gönderebilme kudretine sahiptir.

Tarihi ilerleten motor gücü sınıf savaşları olmuştur. Kapitalist toplumda bu sınıf savaşı burjuvazi ve proletarya arasında sürmektedir. Burjuvazi sınıfsal uçurumların üstünü örtmek için, kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak göstermesi iktidarının devamı için hayati önemdedir. Burjuvazinin tüm ideolojik aygıtlarının en temel özelliği şudur: Emekçi kitlelerin sınıfsal düşünmesini engelleyip ulusal düşünmesini sağlamak. Bunu başarabildiği ölçüde ideolojik hegamonyasını koruyabilecektir. Bu ideolojik hegamonyasını da milliyetçilik, ulusçuluk üzerinden sağlamaktadır. Kendi devletini tüm devleti olarak göstermekte, kendi hudutlarının korunmasını tüm toplumun güvenlik sorunu olarak sunmaktadır. Sürekli olarak yapay iç ve dış düşmanlar yaratarak kitleleri milliyetçilik üzerinden mobilize ederek kendi yedeğine almaktadır. Emekçi sınıfların vatanseverliğe boyun eğmesi, sınıf bilincinin körleşmesine ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak aşırı sömürülmesine burjuva çıkarlar uğruna verilen savaşlara kurban gitmesine yol açmaktadır.


İşçi Milisleri

Devlet sınıflar üstü bir kurum olmadığı gibi; devletin baskı aygıtları, kolluk kuvvetleri de sınıflar üstü bir örgütlenme değildir. Devlet bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde baskı kurmak için var olan silahlı adamlar topluluğudur. Toparlarsak eğer devlet toplumsal düzeni ve güvenliği sağlamak için değil, toplumun azınlığını oluşturan burjuvaziyi toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçi kesimlerden korumak için vardır. Proletaryanın mücadelesi radikalleştikçe veya sistem derin buhranlara girdikçe baskı aygıtlarını o düzeyde artırır. Tüm mülkiyeti ve devlet aygıtlarını elinde bulunduran burjuvazi resmi kolluk güçleriyle yetinmez. En demokratik burjuva devletlerde dahi, mevcut hukukun dışında örgütlenmiş illegal paramiliter güçler ve suç örgütleri her zaman bir kenarda tutulur. İhtiyaç hâlinde sahaya planlı bir şekilde sürülürler. Sınıflar mücadelesi tarihi şu gerçeği bize defalarca kez göstermiştir: " Hiçbir egemen güç sonuna kadar savaşmadan asla iktidarından vazgeçmemiştir." Bu yüzdendir ki işçi sınıfı kapitalistlerden iktidarı ancak şiddet yoluyla alabilir. Bu bir tercih değil sınıflı toplumlar tarihinin dayatmış olduğu somut bir zorunluluktur.

Reformizmin, liberal tasfiyeciliğin temel özelliği devleti burjuvazinin baskı aygıtı ve işçi sınıfının devrimci yöntemlerle imhasını gerçekleştirmesi gereken bir düşman olarak değil, toplumun güvenliğini sağlaması gereken tarafsız bir hakem olarak tanımlamaktadır. Burjuva demokrasisinin kutsallığından sürekli dem vurularak, burjuvazinin tepeden tırnağa silahlı, işçilerin ise tepeden tırnağa silahsız olması gerektiğini savunmaktadırlar. Bu görüş tüm düzen güçleri tarafından tartışılmaz kutsallık atfedilerek, tartışmaya açan her kesim ağır suçlu ilan edilmektedir.

Bu durumu kabul etmek kapitalist köleliğe teslimiyetin farklı bir yöntemidir.

Enternasyonal Komünistlerin bu konudaki temel programatik görüşü işçi milislerinin örgütlenmesidir. Kızıl Komutan Troçki'ye dönecek olursak" Faşizme karşı mücadele liberal yazı işleri müdürlerinin bürolarında değil, fabrikalarda başlar ve sokaklarda son bulur. Fabrikalardaki grev kırıcıları ve özel silahlı muhafızlar faşist ordunun temel çekirdekleridir. Grev gözcüleri ise proleter ordusunun temel çekirdekleridir. Kalkış noktamız bu olmalıdır. Her grev ve yürüyüşle ilgili olarak işçi özsavunma grupları yaratmanın gereğini yaymak zorunludur. Sendikaların devrimci kanatlarının programına bu sloganı yerleştirmek gerekir. Olanaklı her durumda, gençlik gruplarıyla başlayarak özsavunma grupları örgütlemek, onlara silah kullanmasını öğretmek ve alıştırmak zorunludur.

Kitle hareketlerinin yeni bir kabarışı bu birimleri artırmakla kalmamalı, bunları mahalle, şehir ve bölgelere göre birleştirmelidir. İşçilerin grev kırıcılarına, gangaster çetelerine ve faşistlere olan haklı nefretine örgütsel bir ifade vermek zorunludur. İşçi örgütlerinin, toplantılarının ve yayınlarının dokunulmazlığının tek ciddi teminatı olarak işçi milisleri sloganını ileri sürmek zorunludur."

Covid-19 kısıtlamaları kapsamında küresel düzeyde burjuva devletler adeta iç savaş tatbikatı yapmaktadır. Polise sınırsız yetkiler vermekte, hak ve hürriyetleri rafa kaldırmakta, emekçilerin ve ezilenlerin toplantı ve protestolarını sert biçimde bastırmaktadır. Böyle bir süreçte burjuva devletlerin kolluk güçlerine karşı haklı ve meşru öfkeleri artırmaktadır. Buna karşı muhalefeti; polisin suç işlediği, hukuk kurallarını ihlâl ettiği, orantısız güç kullandığı üzerinden oluşturularak, dolaylı yoldan burjuva devletin kolluk güçlerine kalıcı olarak ihtiyaç olduğunun propagandası yapılmaktadır. Enternasyonal Komünistler devletin kolluk güçlerinin sınıfsal ve siyasal teşhirini yaparak onların lav edilmesini savunur. En küçük eylemden, en kitlesel organizasyonlara varıncaya dek, emekçi kitlelerin kendi öz savunma birliklerini oluşturmasının propaganda ve örgütlenmesi içerisinde bulunur. İşçi sınıfının güvenliğini ne burjuva yasalar nede onun kolluk güçleri sağlar. İşçi sınıfı kendi güvenliğini yine kendi öz örgütlenmeleri ve öz müdaafa teşkilatlanmalarıyla sağlayabilir. Bugün işçi milislerinden ve öz müdaafadan bahsetmek ne ultra sol bir pozisyon nede ayakları yere basmayan bir taleptir. Hızla otoriterleşen iç savaş provaları yapan burjuva devletler ve onların paramiliter güçleri karşısında direnebilmenin nesnel zeminini sağlayacak yegane araçtır.



Sendikalar ve İşçi Kitle Örgütleri

İşçi örgütlenmesinden söz edildiği zaman, ilk akla gelen teşkilatlar sendikalar olmaktadır. Sadece sendikalı ve sendikasız emekçi kesimleri tarafından değil, sosyalist solun militanları tarafından da ilk akla sendikalar gelmektedir. Bu durumun temel nedenlerinden birisi sendikalara alternatif işçi kitle örgütlerinin olmamasında düğümlenmektedir. Sendikalar; kökenleri, üyeleri ve toplumsal bilinçteki yerleri bakımından tartışmasız işçi örgütleridirler. Fakat sendikalar çok uzun zamandır bu özelliklerine komple yabancılaştılar. Devlet ve sermayeyle kurmuş oldukları bağlar ve yürüttükleri siyasetin sonucu olarak sendikalar, işçilerin mücadelesini kontrol altında tutan dev bürokratik aygıtlara dönmüşlerdir. Bu dev bürokratik aygıtlar, işçi mücadelesinin militanlaşmasının ve devrimcileşmesinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır.

İşçilerin sendikalara olan güvenleri her geçen gün erimekte, fakat her şeye rağmen sendikalar mücadeleye karar veren işçilerin ilk uğradıkları yerler olma özelliğini korumaktadır. Sosyalist solun da, işçi hareketinin tüm kesimlerinin de, sendikal bürokrasiye ve sendikaların izlemiş olduğu mevcut politikalara yönelik eleştirileri vardır. Fakat bu eleştirilerin boyutu sendikal bürokrasiyi yaratan nesnellikle ve onun tarihsel süreciyle hesaplaşmaya girilmeden yapılmaktadır. Sendikal bürokrasi sorununa, yeni sendikalar kurarak veya mevcut sendikal yönetimin değiştirilmesi hedeflenerek çözüm önerileri üretilmektedir. Kısacası sendikalizm sorunu yine sendikalizmle çözülmeye çalışılmaktadır.


Sendikalar yapısı ve işleyişi gereği işçi sınıfının tamamını kapsamamaktadır. Daha çok büyük iş yerlerine ve ağır sanayi sektörlerine kök salmaktadırlar. Sınıf mücadelesinin en güçlü olduğu ülkelerde dahi sendikalar işçi sınıfının %30’unu geçmemektedirler. İşçi sınıfının ezici çoğunluğu yine sendikaların dışında kalmaktadır. Sendikalar görece işçi sınıfının ayrıcalıklı kesimlerini örgütlerler. Ortaya koydukları talepler sınıfın tamamını değil kendi üyelerinin çıkarlarını temsil ederler. Sendikal bürokrasi her şeyden önce işçi aristokrasisine dayanmaktadır. Sınıflar mücadelesinde takınmış olduğu tavır küçük burjuvazinin karakteristik özelliklerini taşır. Sendikal bürokrasi emek ile sermaye arasında yer alır ve üstlendiği nesnel rol bu iki sınıf arasında arabuluculuk yapmaktır. İşçi kitlesine kıyasla ,gelir, çalışma koşulları ve yaşam tarzı açısından ayrıcalıklı bir yere sahiptir. İşçi bürokrasisinin üstlenmiş olduğu ‘temsilci’ (parlamenter ya da sendikal) rolü onu büyük patronlarla ve patronların devleti ile gündelik olarak bir araya getirir ve bunlardan koparabileceği tavizler, işçiler arasında sahip olduğu desteğe bağlıdır. Kendi örgütlerini yıkacağı için faşizmi, onun arabulucu rolüne bir son vereceği için devrimi aynı ölçüde birer tehdit olarak gören işçi bürokrasisi çok büyük ölçüde muhafazakar bir niteliğe sahiptir. Her şeyden önce, ‘ denetimi elden kaçabilecek ’ örgütlerini dağıtarak ayrıcalıklarını elinden alacak, egemen sınıfı saldırıya geçmeye kışkırtabilecek ve sınıflar arasındaki nazik dengeleyici güç olma konumunun altını oyabilecek kitlesel eylemlerden korkar. Politik açıdan ihtiyaç duyduğu şey, sosyalizmi sözde bırakan, fiiliyatta pasifliği ve uzlaşmayı olanaklı kılan bir ideolojidir.

Kendi ücretini ödeyen sendika örgütlerinin ayakta kalması için işçi sınıfına ihtiyacı vardır ; işçi bürokrasisi için işçi sınıfı yeri geldiğinde patronlardan tavizler koparmak ve bunun karşılığında işçilerden kendi örgütlerine yönelik destek kazanmak üzere savaş alanına sürebileceği yedek ordu gibidir. Ancak ihtiyaç duyduğu işçi sınıfı kendisinin istediği yerde duran ve kendi kontrolü altında olan bir işçi sınıfıdır.

Sendikal bürokrasi, işçi sınıfına ve sınıfın devrimci militanlarına her zaman ihtiyaç duyar. Çünkü bürokrasinin varlığı işçilere bağlıdır, tek sermayesi işçilerdir. İşçi sınıfının ve sınıfın devrimci militanlarının sendikal bürokrasiye ihtiyacı yoktur. İşçiler bürokratlar olmadan sendikayı yönetebilme yetisine sahip olmakla birlikte, sendikalara alternatif kitle teşkilatlarını inşa edebilme tecrübesine ve gücüne de sahiptir.

Komite, meclis, konsey, sovyet gibi öz örgütlenme teşkilatları deneyimleri işçi sınıfının tarihinde epey yer teşkil etmektedir.

Sendikalar tamamen düzenin aygıtın olsa da gerek üye tabanı anlamında gerekse de faaliyet bölgesi olarak işçi kitle örgütleridirler. Sendikaları komple kapsam dışına bırakmak her şeyden önce örgütlenme iradesini kuşanmış olan işçi sınıfının bir kısmını sendikal bürokrasiye bırakmak anlamına gelir. Bu nedenle sendikalara komple sırt çevirmek sınıfın örgütlü kısmını düzene hediye etmek anlamına gelir. O yüzdendir ki devrimci faaliyet alanları arasında sendikalarda olmak zorundadır. Emekçilerin büyük çoğunluğu ister sendikaya üye olsun, ister olmasın sendikal mücadeleye temkinli yaklaşsa da son tahlilde sendikaları kendi örgütleri olarak görürler. Kendi çıkarlarını sendikaların savunmasını isterler. Bu nedenle sendikalara sırt çevirmek ne kadar sakat bir tutumsa, sınıf mücadelesini yalnızca sendikalara ve ücret mücadelesine indirgemekte o düzeyde sakat bir eğilimdir. Sendikal bürokrasinin lav edilmesi perspektif ile yürütülmeyen her sendikal çalışma düzene entegre olmanın farklı bir biçimidir. Biz Devrimci Marksistler açısından sendikal bürokrasiye karşı mücadele yürütmek sınıf mücadelesinin olmazsa olmaz köşe taşıdır. Hem devrimci sınıf siyasetini burjuvaziye ve onun devletine karşı savunmak hem de sendikal bürokrasinin işbirlikçi yönlerini teşhir edip, sendikal bürokrasinin komple lav edilmesi amacı doğrultusunda sendikalar içinde mücadele yürütülmesi gerektiğini savunmaktayız. Sınıf mücadelesindeki görevlerin yalnızca sendikal mücadeleye indirgenmesine şiddetle karşıyız. Komünistlerin asli görevlerinden biri ise, işçi sınıfının öz örgütlerinin inşası için faaliyet yürütmekten geçtiğine inanmaktayız. Sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin ve devrimci bir işçi hareketi inşa etmenin yolunun buradan geçtiğini düşünmekteyiz. Gerek sendikaların dışında kalan geniş işçi yığınların örgütlenmesi ve harekete geçmesi için gerekse de sendikaların tabanında anti bürokratik bir işçi hareketi inşa etmek için, sınıf mücadelesini ekonomik, sendikalist mücadele hapishanesinden çıkartıp, siyasal mücadele içerisine sokabilmek için, işçi sınıfının öz örgütlerinin ( komite, konsey, meclis, birlik) inşa edilmesini geliştirilmesini somut devrimci görevlerimiz arasında tanımlarız.

Geleneğimiz

Gelenek sorunu, geleceği kurma hedefini kuşananların tarihsel dersleri ışığında devrimci mücadeleyi inşa etme sorunudur. Ciddi her hareket, kendi geçmişi ve tarihiyle yüzleşmek zorundadır. İleriye doğru yürüyebilmenin biricik koşulu geçmişin tecrübelerinden beslenmekten geçer. Gelenek konusunda somut bir netliği olmayan bir komünist hareket varlığını sürdüremeyeceği gibi, salt gelenek üzerinden kendisini var eden bir Komünist hareketinde geleceği olamaz. Gelenek sorunu basit bir tarih merakına indirgenemez. Çünkü Komünist hareketin tüm tarihsel kırılmalarındaki ayrışmalar bugün güncel konularda alınacak tutumlarda belirleyici bir unsur olarak boy göstermektedir. İşçi sınıfı, ezilenler, parti, sosyalizm, ulusal sorun, emperyalizm vb tüm konu başlıklarından ne anlaşıldığını somutlama durumu, aynı zamanda hangi geleneğin takipçisi olunulduğu sorusunun cevabında vücut bulmaktadır. O yüzdendir ki gelenek sorununda netlik önemli bir unsurdur. Gelenek sorununa ulusal bir düzlemde yaklaşılamaz. Çünkü sınıflar mücadelesinde oluşmuş olan tüm gelenekler, akımlar, enternasyonal düzlemde gelişmiş ve hayat bulmuştur. Marksizmin tarih sahnesine çıktığından bugüne tüm teşkilatlanmalarını, mücadelesini enternasyonal düzeyde yürütmüştür. Kolektifimizin sahiplenmiş olduğu gelenek 170 yıllık mücadele deneyimine sahip Enternasyonal Marksist gelenektir.

Bu bağlamda kollektifimiz Komünist Birlik( 1847-1864), Uluslararası İşçi Birliği 1. Enternasyonal, İkinci Enternasyonal ( 1889-1914), Komünist Enternasyonal'in ilk 4 kongresi ve uluslararası Bolşevik-Leninist sol muhalefet, 4. Enternasyonal'in politik mirasını gelenek olarak kabul eder.

Türkiye özelinde gelenek sorununu ele alırsak eğer; kolektifimiz yaşadığımız coğrafyanın ilk Marksist teşkilatı olarak Sosyal Demokrat Hınçak Partisi'ni kabul eder ve tarihsel kökleri olarak sahiplenir. 15 Haziran 1915 sabahı idam edilen Paramaz ve 20 Ermeni sosyalist devrimciyi bu toprakların ilk devrimci önderleri olarak selamlar. Hınçakları ve 20'leri dışlayan devrimci tarih yazımını da resmi tarihe uygun bir tarih yazımı olarak mahkum eder.

Komünist Enternasyonal'in Türkiye seksiyonu olarak Mustafa Suphi önderliğinde kurulmuş 1920 TKP'sini, programını, politik mirasını gelenek olarak sahiplenir. Mustafa Suphi sonrası TKP'nin sosyal şoven, ikinci enternasyonalci çizgisi, Stalinizmin SSCB'ye ve Komünist Enternasyonal'e hakim olmasından, Lenin sonrası Komünist Enternasyonal programından bağımsız olarak ele alınılamaz.

Ekolojik Yıkım

Ekolojik krizin boyutu gezegenimizdeki tüm canlıların geleceğini tehdit altına alan kitlesel bir yok oluşa sürüklenme tehditini de beraberinde getirmektedir. Kapitalizmin hüküm sürdüğü dünyamız ölüm tehdidiyle karşı karşıyadır. Küresel ısınma ve iklim krizi telafisi olmayan yıkımlara doğru koşar adımlarla ilerlemektedir. Kasırgalar, yükselmekte olan deniz seviyeleri, dumanlı ve zehirli hava, okyanuslardaki asitleşme ve ölü bölgeler, ormanların imha edilmesi, türlerin yok oluşu, toprağın aşınması, tatlı su rezervlerinin tükenmesi, ozon tabakasının incelmesi, biyolojik bozulmadan muaf plastik ve kimyasal kirlenmeler, ormansızlaştırma, çölleşme, antibiyotik dirençli bakteriler, tuhaf hastalık ve salgınlar.... gibi kabarık bir liste mevcut. Bu listedeki tüm soruların sebepleri küresel kapitalizmden kaynaklanmaktadır. Ekolojik yıkım listesindeki tüm sorunlar küresel sorunlar olmakla birlikte çözümü de küreseldir. 21. Yüzyıl ekolojik yıkımın öldürücü biçimde kendisini var ettiği bir çağdır. 21.yüzyılda dünyayı değiştirme iddiasında olan, insanlığa yeni bir alternatif sunma mücadelesi veren her akımın ekolojik krize dair cevapları, bir perspektifi ve eylem programı olmak zorundadır. 21. Yüzyıldaki her politik akım ekolojik krize verdiği yanıtlar ve ortaya koyduğu pratikler içerisinde de değerlendirilecektir.

Yaşanan ekolojik krizin boyutları daha üst aşamalara çıktıkça, gündelik hayattaki etkileri daha yoğun hissedilmeye başlanmıştır. Kitlesel düzeyde iklim krizi gündeme girmeye, yüksek sesle tartışılmaya başlanmıştır. Ekoloji krizinin nedenini kapitalizmden kopartmak, kitlelerin bu krize karşı seferber olma potansiyelinin önüne set çekmek için ortaya atılan savları iki kategoride değerlendirebiliriz.

Birinci sav, ekolojik krizin boyutunu belirterek kıyamet senaryoları hazırlamak, insanlığın sonunun yaklaştığını buna karşı hiçbir şeyin yapılamayacağını savunan görüşlerdir.


Bu görüşlerde kıyamet senaryolarını teolojik argümanlarla destekleyerek komple bir umutsuzluk üreterek, kadere razı olmayı tembihleyen anlayıştır.

İkinci anlayış ise içinde bulunduğumuz ekolojik krizin faturasını insan türünün evriminin sonucuna kesen anlayıştır. Bu insan kategorisinin içinde; sınıfsal, cinsel, etnik ve kültürel farklılıkların yok sayılması, ekolojik yıkımında sorumlusu olan kapitalizmin suçlarını tüm insanlığa pay etmektedir. Çözüm önerisi olarak insanların doğaya karşı bilinçli olmasını, bu noktada farklılıklar yaratılmasını, eğitilmelerini, hükümetlerin çevreci politikalar izlemeleri gerektiğini savunurlar. Mevcut çevre hareketlerini de hükümetlerin doğa dostu politikalar yürütmeleri ekseninde basınç oluşturmaya yöneliktir. Herhangi bir iktidar perspektifi ve yeni bir dünya alternatifi mevcut değildir. Kapitalist hükümetlerin göstermelik yaptıkları "doğa dostu " uygulamalarını ve şirketlerin kendilerine prestij kazandırmak için gerçekleştirdiği doğa projelerini alkışlayarak bunları kazanım diye selamlamaktadırlar. Bu anlayışlar ekolojik kriz konusunda hedef şaşırtan etmenlerdir, her fırsatta maskeleri düşürülmelidir. Kapitalizm her şeyi kendi mülkü olarak görür. Mülk edindiği her şeyin üzerinde rant ve kar elde etmek için sınırsızca çalışır. Kapitalizmin hegamonyası altında doğa, kendisine ait olmayan amaçların aracıdır, sınırsızca kullanılacak, bitmez tükenmek bilmeyen bir kaynak olarak görülür. Kısacası kapitalizmde doğa burjuvazinin mülkiyetindedir, kâr ve rant elde etmek için yok olana kadar yağmaya ve talana maruz kalması bir sorun teşkil etmemektedir. Neo-liberal dönüşüm süreciyle birlikte kapitalizm aşırı derecede bireyselleşmiş ve yoğun tüketimi teşvik etmektedir. Tükettiği ölçüde var olmak kapitalizmin altın kuralıdır. Bir taraftan sürekli olarak tüketimi teşvik etmekte, bir taraftan plansız ve rekabet halinde üretimde bulunur. Bu tüketim biçiminin önlenemez sonucu doğanın talanının katmerlenerek büyümesidir. Kapitalizmin bu tüketim çılgınlığının her faaliyeti, emekçi sınıfların daha fazla sömürü, yoksulluk, geleceksizlik yaratırken, doğada da aynı oranda ekolojik yıkım yaratmaktadır. Gıda alanındaki yansıması; endüstriyel tarım, Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar, yeni tarım alanları için ormansızlaştırma politikaları, seri gıda üretimleri için doğayı tahrip eden tarımsal ilaçlar....

Enerji ihtiyacı içinde; Nükleer, HES, Termik Santraller gibi çözümleri kullanmaktadır. Her şeyi kâr ve rant aracı olarak gören kapitalizmin, tüm düşünce sistematiği araçsaldır, hesapçıdır, egoisttir, güç ve iktidar fetişizmi üzerinden var olur. Kapitalizmin bu karakteristik özelliklerinin sonucu; faaliyet yürüttüğü tüm sektörlerde ekolojik yıkımlar yaratmak olarak dönmektedir. Toparlarsak; tüm ekolojik yıkımların temelinde kapitalizm vardır. Kapitalizmle radikal bir hesaplaşmaya girmeden, onu aşıp yeni bir dünya hedefi doğrultusunda mücadele etmeyen hiçbir alternatif ekoloji krizine çözüm getiremez. Bu yüzden dir ki, sınıf mücadelesinden yalıtık, bağımsız bir etmen olarak değerlendirilemez.

Enternasyonal Komünistlerin Acil Somut Görevleri

Komünist devrimcilerin görevi küresel kapitalizmi imha etmektir. Amaçları sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz, devletsiz, patronsuz bir dünya kurmak, tüm ezme ezilme ilişkilerine ve ayrıcalıklarına son vermektir. Yöntemleri ise proleter dünya devrimidir. Bu amaç ne tarihin evriminin hediyesi olacaktır nede kendiliğinden mücadelelerin sonucu olacaktır. Bu amaca ulaşmanın yegane aracı Enternasyonal Komünist İşçi Partisinin inşasından geçmektedir. Bugün kapitalizmin küresel düzeyde çoklu bir kriz içerisinde boğulmakta, toplumsal rıza üretme yetisini kaybetmekte, tel tel dökülme süreci içerisindedir. Her şeye rağmen kapitalizmin hâla ayakta kalabilmesinin temel sebebi, kapitalizmin krizine paralel olarak emekçilerin ve ezilenlerin devrimci önderlik krizi içinde olmasıdır. Bu kriz kapitalizmi atakta tutan temel etmen olmakla birlikte insanlığı ve tüm canlı türlerini barbarlık içinde yok oluşa sürüklemektedir. Komünistlerin en acil görevi ihtilalci ruhu kuşanıp enternasyonal devrimci önderliğin inşasına odaklanmak. Tüm faaliyetlerini, pratiklerini, stratejilerini bu hedefe yönelik sürdürmelidir. Devrimci önderlik sorununu aşmanın yegane yolu sistemli, bilinçli, planlı, örgütlü bir hazırlık sürecinin içerisine girmek ve somut devrimci hazırlık görevleri tayin etmekten geçmektedir. Parti öncesi dönemin tüm örgütlülük, devrimci inşa için hazırlık çalışmalarını şu öncelikler çerçevesinde somutlayabiliriz.

"Devrimci Parti bir fikirle, sınıflı toplumun çok güçlü aygıtına yönelmiş bir programla işe başlar. Kadrolar fikirleri değil, fikirler kadroları yaratır' ( Lev Troçki)

Partilileşme sürecinin ana halkası program, ilkeler, amaç ve önceliklerde uzlaşmış bir komünist çekirdeğin oluşmasıdır. Bir devrimci grup kendi iç işleyişi, çalışma tarzı, pratik faaliyetlerinin idealize ettiği düzenle örtüşmesi gerekmektedir. Amaç ve ilkelerden taviz verilerek gerçekleşen her pratiksel adım geriye savruluşun yollarını açar. İlkelerden verilen her taviz komünist inşanın sekteye uğraması ve deforme olmasıyla sonuçlanır. Yola çıkarken devrimci komünist özneleşme iddiasını kuşanan birçok grup, kısa zamanda kitleselleşmek için programlarını ve söylemlerini yumuşatma yolunu seçerek tasfiyeci bir rotaya evrilmiştir. Kitleselleşmek uğruna ilkesiz tutumlar takınmak, program ve söylemleri yumuşatmak, kendi programının tarihsel haklılığına güvenmemenin, küçük burjuva zemine dayanmanın da bir göstergesidir. Günümüz koşullarında enternasyonal komünist bir çekirdeğin inşası yolunda ilk yerine getirilmesi gereken temel görevlerin başında teorik üretim gelmektedir. Bu görevin işlevi Enternasyonal Komünist program, propaganda, devrimci militanların yetişmesinin temelini oluşturmaktır. Hazırlık dönemi açısından teorik üretim çalışmasının somut hedefleri Enternasyonal Komünistlerin diğer siyasal akımlardan temel ayırt edici yönlerini kalın çizgilerle ortaya koymak, güncel durumlarda Enternasyonal Komünist programın kılavuzunda tutum almak, Enternasyonal Komünist programı ve propagandayı sınıf mücadelesinin içinde yaşatmaktır. Teorik üretime paralel olarak yürütülmesi gereken bir diğer görev ise kadrolaşmaktır. Bir devrimci parti Komünist bireylerin toplamı değil, Komünist bireylerden oluşan organ ve örgütlenmelerin kolektif birlikteliğinin toplamıdır. Komünist kadroların eğitimi ve gelişimi yalnızca teorik okumalar ve kolektif tartışmalardan ibaret değildir. Sınıf mücadelesinden, kitle ilişkilerinden, toplumsal mücadelelerden kopuk bir kadrolaşma sağlanamaz. Hazırlık döneminin bir diğer görevi ise sınıf içerisinde ajitasyon, propaganda, örgütlenme faaliyeti yürütmek, devrimci çekirdeğin gücü oranında tüm toplumsal mücadelelere kendi talepleriyle, programıyla, kendi kimliğiyle iştirak etmesinden geçmektedir.

Hazırlık dönemi boyunca da, sonrası içinde örgüt sürekliliğini ve güvenliğini güvence altına alacak tarzda kadrolaşma, profesyonelleşme hazırlık döneminde kazanılması gereken hayati konuların başında yer alır. Enternasyonal Komünistlerin bugünkü öncelikli ödevlerini yerine getirmesinin koşullarının başında, maddi, teknik, dijital, altyapı kaynak ve imkanlarını titiz ve hızlı bir biçimde oluşturmaktan geçmektedir. Hazırlık döneminin öncelikli görevlerini sekteye uğramadan getirebilmek için maddi, teknik, dijital olanakların alt yapısını oluşturmaktan geçmektedir.

Devrimci hazırlık dönemi çerçevesinde çözülmesi gereken öncelikli görevler dururken "kitle çalışması", " devrimci eylem" adı altında amaçsız, partilileşme stratejisiyle bağdaşmayan, kuyrukçu, kendiliğindenci bir mantıkla oradan oraya koşup, kendini yoran, dağıtan, dönemin mevcut akıntısına kapılan dar pratikçi çalışma tarzından kaçınılmalıdır. Yalnızca hareket olsun diye, kendi kitlesini motive etmek için amaçsız, somut sonuçlar getirmeyen bir pratiğin içerisine girmenin açmazları devrimci hazırlık dönemini sabote eder. Parti değilken parti gibi davranmak, hiçbiri uygulanmayan taktikler ve eylem planı önermek, etkili bir komünist çekirdeğe, örgüte sahip değilken, sınıf içersinde herhangi bir tabana sahip değilken milyonlara eylem çağrıları yapmak içi boş bir lafazanlıktan başka bir şey değildir.

Hazırlık döneminde sınıfın stratejik iş yerleri, iş kolları belirlenip, orada uzun süreli, sabırlı devrimci temelde çalışmalar yürütülmelidir. Bu çalışmalar; sendikalist, ekonomist bir temelde değil enternasyonal komünist temelde sürdürülmelidir. Hazırlık dönemindeki sınıf çalışmasının temelinde Enternasyonal Marksizmle kuşanmış militan işçi öbekleri oluşturmak vardır. Bir devrimci grup işçi sınıfı içinde Enternasyonal Marksist fikirleri taşıdığı ve o fikirler etrafında örgütlenmeler yapabildiği ölçüde devrimci bir işçi hareketi ve devrimci parti inşasına yakınlaşmış olacaktır. Bir partinin programı ve söylemleri ne kadar devrimci olursa olsun ne kadar sınıfçı bir çizgide olursa olsun partinin üyeleri, tabanı, kitlesi, kadroları işçi sınıfına dayanmıyorsa devrimci partiye dönüşemez. O yüzdendir ki hazırlık döneminin temel önceliklerinden biriside sınıf içinde kadrolaşmak ve enternasyonal komünist militanlar kazanmaktır. Enternasyonal Komünist İşçi Partisi inşası hedefinde yolumuz açıktır. Unutmayalım ki; taşı delen suyun gücü değil damlaların sürekliliğidir. Bizim devrimci kalkışımız burjuva etkinliğinin tüm yeryüzünde ortadan kaldırılması imkanını zorlayan şiirsel bir adalet arayışı olarak başlayacak, eşitlikçi ve militan bir özgürlük yürüyüşü olarak gelişecek, sömürünün, yoksulluğun, ezilmişliğin yaşandığı tüm coğrafyalara taşınacak ve coşkulu bir ırmak gibi bütün ülkelerin sınırlarını aşacak ve güçlü bir kasırga gibi burjuvazinin tüm kalelerini yıkacaktır. Bu yürüyüş Komünist bir dünya kurulana dek sonlanmayacaktır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

En Çok Okunanlar