Köhnemiş olan Emperyalist-Kapitalist sistem küresel ölçekte
gezegenimizi yıkıma sürükleyen birleşik bir kriz içindedir.
80'li yıllardan sonra yaygın şekilde uygulanan Neo-Liberal
politikalar gezegenimizin dört bir yanında tel tel dökülmektedir.
Dünyayı kasıp kavuran Covid-19 salgınıyla birlikte, küresel
kapitalist kriz boyut atlayarak birleşik bir krize
evrilmiştir.
Dünyayı kasıp kavuran Covid-19 salgını -bu yazının yazıldığı tarihte- birinci yılını geride bıraktı. Salgının üzerinden bir yıl geçmesine rağmen kontrol altına alınamamakla birlikte, vaka ve ölüm oranlarında küresel düzeyde artış yaşanmaktadır. Salgının küresel boyutları siyasal ve ekonomik olarak gezegenimizde büyük yıkımlar yaratmaktadır. Salgının yayılmasıyla birlikte tüm imalat sistemi çökmekte, ayrıca hastalığın yayıldığı her ülkede ekonomi, hem hastalığın yayılmasından dolayı, hem de bu yayılmayı kısıtlamak maksadıyla alınan tedbirlerden dolayı felç olmuştur.
Covid-19'la birlikte çoklu bir krize bürünen Kapitalizm, tüm sınıfsal çelişkilerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Hudutlar kapatılmakta, kitlesel işten atmalar artmakta, salgın nedeniyle işçi ölümleri artmakta, eğitim sistemleri iflas etmekte, piyasanın emrine amade edilmiş sağlık sistemi ölüm saçmaktadır. Hükûmetler küresel düzeyde şirketleri ve holdingleri kurtarmak için seferber olmaktadır. Burjuva hükûmetler küresel düzeyde baskı aygıtlarını güçlendirmekte, savaş yatırımlarını artırmakta, milliyetçi şoven dalgayı yükseltmektedir. Dünya çapında tüm merkez partiler erimekte, burjuva demokrasisi rafa kalkmakta, burjuva demokrasisinin kalesi olan ABD ve Britanya'da bile ikili partili siyasal düzenler çatırdamaktadır. Küresel Kapitalizm, yalnızca iktisadi ve sağlık krizi yaşamamaktadır. Küresel düzeyde ekolojik yıkımın yol açtığı büyük bir iklim kriziyle de boğuşmaktadır. Ekolojik krizin boyutları gezegenimizde geri dönüşü olmayan, canlı türlerinin kitlesel imhasına sebep olacak bir noktaya evrilmektedir. Kapitalizmin tüm krizleri ve burjuva hükûmetlerin politikaları, emekçilerin ve ezilenlerin sorunları küresel bütünleşme sürecine girmiştir. Bu sorunlar ulusal ölçekte çözüme kavuşacak nitelikte değildir. Bu sorunlar Kapitalizmin içinde reformlar yoluyla çözülecek nitelikte değildir. Kapitalizm miadını doldurmuştur. İnsanlığın gelişiminin önünde engel olmakla birlikte, gezegenin sonunu hazırlayan yıkımları beraberinde getirmektedir. Bugün Sosyalist dünya devriminden bahsetmenin tam zamanıdır! Sosyalist dünya devriminin bir ütopya olduğundan veya Stalinci deneyimleri örnek göstererek, insanlığın, içinde bulunduğu bu duruma çare olamayacağını savunan, onun yerine sistem içi alternatifler arayan her eğilim, küresel kapitalizmin suç ortaklığına soyunmaktadır. İçinde bulunduğumuz süreç " Sosyalizm veya Barbarlık" alternatifinde düğümlenmektedir. Yaşadığımız çağ proleter devrimler ve küresel kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderme çağıdır. Lakin bu süreç tarihsel bir evrimin ürünü olmayacaktır. Bu süreç proletarya önderliğinde tüm ezilenlerin enternasyonal düzeyde vereceği militan mücadelenin eseri olacaktır. Bunun için gerekli yegane araç Enternasyonal Komünist dünya partisidir.
Kapitalizm küresel düzeyde tel tel dökülmesine rağmen hâlâ ayakta kalmasının tek nedeni devrimci önderlik krizinin kendisidir.
Burjuvazinin birleşik krizine paralel olarak boy gösteren, emekçilerin ve ezilenlerin devrimci önderlik krizi vardır. Bu kriz aşılmadan kapitalizmi aşmak mümkün değildir. "İnsanlığın krizi devrimci önderlik krizine indirgenmiştir" 82 yıl önce yapılan bu çağrı tüm yakıcılığını korumaktadır. Bu krizden çıkmanın tek yolu devrimci partinin inşasına odaklanmak ve devrimci partinin inşası için sistematik ve programlı bir devrimci hazırlık sürecine girmektir. Bu çalışma, bu amaca hizmet etmek için kaleme alınmaktadır. Devrimci krizin temelinde ideolojik ve örgütsel bir kriz yatmaktadır. Bu durumda devrimci program ve örgüt sorununda cisimleşmektedir. Bu çalışma platformumuzun Enternasyonal Komünist program çerçevesini oluşturmak, devrimci hazırlık görevlerini somutlamak ve onun pratik ayaklarını örmeyi amaçlayan bir inşaa perspektifi sunmak ve muhataplarına ulaştırmak amacıyla yapılmıştır.
KOMÜNİST DEVRİMCİLİĞİN AYIRT
EDİCİ YÖNLERİ
"İşçi
sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır. İşçi sınıfının
kurtuluş savaşımı, sınıf ayrıcalıklarını ve tekelleri
yaratmak için değil, eşit hak ve ödevler için, her türden sınıf
egemenliğini ortadan kaldırmak içindir.
Bütün biçimiyle
köleliğin, toplumsal sefaletin, zihinsel çöküş ve siyasal
bağımlılığın temelinde, çalışan insanın iş araçlarını
(yani tüm yaşam kaynaklarını) tekelinde bulunduranların ekonomik
boyunduruğu altına sokulması yatar. Bu nedenle, işçi sınıfının
ekonomik kurtuluşu, her siyasal hareketin bir araç olarak tabi
olması gereken büyük hedeftir. Bugüne dek, bu büyük hedefe
yönelen tüm çabalar, her ülkede emeğin çeşitli kesimleri
arasındaki dayanışma eksikliği, çeşitli
ülke işçi sınıfları arasındaki kardeşçe bağın yokluğu
nedeniyle başarısızlığa uğramıştır. Yerel ya da ulusal
değil, modern toplumun var olduğu bütün ülkeleri kucaklayan
toplumsal bir sorun olan emeğin kurtuluşunun gerçekleşmesi, sonuç
olarak en ileri ülkelerin pratik, teorik iş birliğine bağlıdır.
Avrupa’nın en sanayileşmiş ülkelerinde işçi sınıfının
bugün canlanmakta oluşu hem yeni umutlar doğurmakta, hem de eski
hatalara düşülmesine karşı ciddi bir uyarıda bulunma, hâlâ
birbirinden kopuk olan hareketleri birliğe çağırmaktadır.”
İşçi sınıfının ilk uluslararası örgütü olan Birinci
Enternasyonal’in tüzüğünde bu ibareler mevcuttu. 28 Eylül 1864
yılında kurulan Birinci Enternasyonal bir siyasal akım olarak
komünizmin diğer siyasal akımlardan temel ayırt edici
özelliklerini somutlayan nitelikteydi. Komünistler, işçi
sınıfının bir kesiminin değil tamamının tarihsel ve siyasal
çıkarlarını savunmaktadır. Komünistler yerel yada ulusal
ölçekli bir mücadele değil uluslararası ölçekli bir mücadele
vermekle birlikte, sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz, devletsiz,
patronsuz bir dünya için kavga verirler. Bu hedefler komünist
devrimcileri, gerek işçi sınıfı ve ezilen kesimlerdeki diğer
siyasal akımlardan, gerekse de burjuva saflardaki siyasal akımlardan
tamamen ayırır. Siyasal mücadele en genel anlamıyla iktidar için
mücadeledir. İktidar için mücadele, devleti ele geçirme
mücadelesinin bir diğer adıdır. Bu durumda amacı devleti ve
devlete ihtiyaç duyulan nesnelliği ortadan kaldırmak olan komünizm
için mücadelenin de, siyasal bir mücadele olduğunu söylemek
doğru mudur? Komünizm için mücadele, aynı zamanda siyasetin
ortadan kaldırılması için bir mücadele olmakla birlikte, kendine
özgü bir siyasal mücadeledir. Komünizmin siyasal bir mücadele
olmasın temel nedeni ; Komünist bir dünyaya tarihin evriminin bir
ürünü olarak ulaşamayacağımız, ona ancak işçi sınıfının
önderliğinde ezilenlerin kendi öz mücadelesiyle
ulaşılabileceğimiz gerçekliğinde yatmaktadır. Bu gerçeklik,
komünist devrimciliğin hedefinin, kendisini bir sınıf
diktatörlüğü olarak örgütlemiş burjuva devletin ele geçirilip
hükümet olmak değil, burjuva devleti imha edip yerine sovyet
organlarının iktidarına dayanan, komünist dünyaya giden yolun
önünü açan, daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş yarı devlet
kurmakta düğümlenmektedir. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu
olarak komünistlerin siyasal mücadelesi, burjuva devletin
aygıtlarıyla, kurumlarıyla, hukukuyla sürekli kavgalı olmayı
gerekli kılmaktadır. Komünist siyasetin başladığı nokta bu
hedefin benimsenmesinde ve bu hedefe yönelik örgütlenme içerisine
girmekte düğümlenmektedir. Tüm siyasal akımlar iktidarı ele
geçirme hedefiyle parti kurarlar, örgütlenirler, onları iktidara
getirecek kitlelerin desteğini alabilmek için çeşitli faaliyetler
içerisinde bulunurlar. Komünistler de parti inşa ederler,
hedefledikleri kitle içerisinde siyasal faaliyet yürütmeye,
örgütlenip kitleselleşmeye çalışırlar. Komünist devrimcilerin
siyasetinin temel ayırt edici yönlerinden biriside şudur: Diğer
tüm siyasal akımlar kitleleri nesne olarak görürler, kitlelere
çeşitli vaatlerde bulunurlar. Kendi iktidarlarında yapacakları
icraatlerin ne olduğunu anlatmaya çalışırlar. Bu siyasal
akımların tasavvur ettikleri iktidarda yöneten ve yönetilen
ayrımı kalıcı olmakla birlikte, yöneten kesim üzerinde doğrudan
bir denetim mekanizması söz konusu değildir. Komünist devrimciler
ise, bir partinin önderliği sayesinde, iktidarın proletarya
tarafından ve sovyet tipi doğrudan demokrasi araçlarıyla ele
geçirilmesi için mücadele ederler. Kendi partisinin iktidarı
yerine işçi sınıfının iktidarını koyarlar. İnşaa ettikleri
düzenin temelini işçi sınıfının doğrudan demokrasi aygıtı
olan sovyet organları üzerinden kurarlar. Hedeflerine ulaşabilmenin
temel koşulu da tüm toplumun devlet yönetimine katılımına
bağlıdır. Bu ne küçük bir ayrıntıdır, ne de romantik bir
hülyadır. Komünistler iktidarı kendi partisinin eline geçirmek
için değil, işçi sınıfının egemen sınıf olarak iktidarı
ele geçirmesi için mücadele ederler. Komünist siyaset yalnızca
öznesi itibarıyla değil, içeriği ve biçimiyle de tüm siyasal
akımlardan keskin bir ayırt ediciliğe sahiptir. Komünist siyasal
mücadele bıçak sırtında yürüyen bir mücadeledir. İlkelerden,
hedeften küçük tavizler vermek, kitleselleşmek adına popülizm
yapmak, ufuk kaybına neden olmakta ve örgüt süreç içerisinde
düzen içine kanalize olmaktadır. Bugün komünist siyaset adı
altında reformizm, parlamenterizm, sendikalizm, sosyal yurtseverlik,
sosyal demokratlık yapan birçok akım mevcuttur. Bu akımların
kopuşunda yatan temel neden, teorik ve politik kavrayışta
somutlanmaktadır. İşçi sınıfının siyasal mücadelesiyle,
ekonomik mücadelesini birbirinden ayıran, aralarına duvarlar ören,
asgari, azami program ayrımları öne sürüp, sosyalist devrimin
önüne türlü türlü aşamalar koyan, onu çıkmaz ayın son
çarşambasına erteleyen anlayışlar, komünist devrimciliği
reformizme hapsetmektedir. Burjuva diktatörlüğünü yıkmak,
parçalamak yerine, onun kuralları içinde iktidar olmayı, emekçi
sınıflar lehine reformlar yaparak sosyalizme ulaşmayı
hedeflemektedir. Bu tarz akımların devrimci kabarışları sistem
içinde tutmak, onun enerjisini tüketmek dışında bir misyonu
yoktur. Programatik olarak aynı temelli aşamalı devrim programı
olan, ama eylem biçimi itibarıyla küçük burjuva radikalizmine
dayanan akımlar çoğu zaman reformizmin alternatifi gibi
görünmektedir. Fakat sert söylemleri ve eylemleri kazındığı
zaman programından reformizm dışında hiçbir şey çıkmamaktadır.
Bu tarz akımların akıbetlerini iki şekilde somutlayabiliriz.
İktidarı alamamış küçük burjuva radikalizmine dayanan devrimci
demokrat akımların neredeyse tamamı, yıllarca silahlı savaş
verdikleri devletlerin sistemine entegre olarak, mevcut düzenin sol
muhalefeti olmuşlardır. Latin Amerika’daki birçok gerilla önderi
yıllarca savaştıkları devletlerin bakanına, başkanına
dönüştüler. İktidara gelenler ise Çin, Vietnam, Küba,
Nikaragua vb örneklerde işçi sınıfı yerine kendi partisinin
bürokratik iktidarını kurarak, sosyalizmi ulusal kalkınmacı,
devletçi bir rejime indirgeyerek, sınıfsız, sömürüsüz topluma
giden yolun önünde aşılması gereken yeni barikatlar koymaktadır.
Komünist devrimciliğin asli görevi işçi sınıfının
siyasallaşmasını ve örgütlenmesini sağlamaktır. Sınıfının
siyasallaşmasının, öz-örgütlenmesinin gelişmesine öncülük
ve önderlik etmek, bunun için gerekli hazırlık ve donanımı işçi
sınıfına sunmaktır.
Komünist devrimciliğin işçi sınıfı saflarındaki diğer
akımlardan temel farklarından birisi sınıfa devrimci siyasal
bilinç taşımasıdır. İşçi sınıfına devrimci siyasal bilinç
taşımak, sınıfa akıl vermek, bilimsel eğitim faaliyeti yürütmek
değildir. Komünistler işçi sınıfına bilimsel bilgi değil,
devrimci siyasal bilinç taşırlar, bu bilincin sınıfının içinde
üretilmesi ve harekete geçirilmesiyle yükümlüdürler. Sınıfa
siyasal bilinç taşımak teorik bir çalışmadan çok pratik bir
faaliyettir. Sınıfa bilinç taşıma eylemi sınıfın dışında
yer alan küçük burjuva aydınların yol gösterici ültimatomlarına
indirgenemez. Sınıfa bilinç taşıma faaliyeti, bizzat sınıfın
içinde yer alan proleter komünist militanlar aracılığıyla
yapılır. Sınıfa siyasal bilinç taşıma, sendikalist ve
ekonomist bilinç değildir. Bu zaten sınıfın içinde
kendiliğinden oluşabilen bir bilinçtir. Siyasal bilinç taşıma
faaliyeti, sendikalist, ekonomist mücadelenin dışında verilen bir
mücadeledir. Siyasal mücadele her şeyden önce örgütlü şekilde
yürütülür. Siyasal mücadele için siyasal bir örgüte, partiye
ihtiyaç vardır. Örgüt ve parti olmadan siyasal mücadele vermek
olanaksızdır. Komünist devrimcilerin tüm siyasal akımlardan
temel ayırt edici yönlerinden birisi de parti anlayışında
düğümlenmektedir. Devrimci komünist bir partinin geniş
kitleleri, sınıfın tümünü içine alması gerekmez. Devrimci
Komünist parti sınıfın en bilinçli, en militan ve mücadeleci
kesimlerinin örgütüdür. Komünist militanlar sınıfın geri
kalan kesiminin öz kitle teşkilatlarının örgütlenmesi, sınıfın
kendi iktidar aygıtlarının inşası için mücadele ederler.
Devrimci Komünist parti yığınları kendi saflarında örgütleyen
bir kitle örgütü değildir. Yığınların kitle örgütlerinin
oluşmasına öncülük eden ve onlara harekete geçme özgüven ve
tecrübesinin oluşması için mücadele verir. Devrimci Komünistler
her mücadeleyi, proletaryanın tarihsel hedefinin bilincine varması
için araca dönüştürür. En basit ücret artışı veya var olan
yasal haklarını korumak için verilen mücadeleyi dahi sosyalist
devrim perspektifine taşımak için kullanmalıdır. Gündelik
mücadelelerde yalnızca günlük çıkarları değil proletaryanın
tarihsel çıkarlarını, sınıfın bir kesiminin değil tamamının
çıkarlarını savunurlar. İşçi sınıfının etrafında tüm
ezilenlerin birliğini sağlamak için mücadele ederler. İşçi
sınıfını kısır, işyerine hapsolmuş ekonomik mücadelelerinden
kopartıp, sınıfın siyasallaşmasını baş hedef olarak belirler
ve her fırsatı siyasal iktidar mücadelesine bağlar. Komünist
devrimci siyasetin temel ayırt edici yönlerinden birisi de
kendisini ulusal bir mücadeleye hapsetmemesinde yatmaktadır.
Devrimci Komünistler mücadelesini ve teşkilatlanmasını
enternasyonal ölçekte yapar. İktidar mücadelesi ayak bastığı
coğrafyada başlar, ama orada son bulmaz. Kendi devriminin kaderini
dünya devrimine bağlar. Sosyalist devrim ulusal arenada başlayan,
uluslararası arenada gelişen dünya çapında son bulan sürekli
devrimlerin toplamıdır.
DEVRİMCİ
KOMÜNİST PARTİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ VE GÖREVLERİ
*)
DEVRİMCİ PARTİ PROLETARYA PARTİSİDİR
Devrimci partinin en temel özelliği işçi sınıfının
partisi olmasıdır. Partinin üyeleri, günlük faaliyetleri ve bu
faaliyetlerinin merkezi işçi sınıfına dayanmalıdır. Devrimci
parti işçi sınıfının en mücadeleci, en militan en bilinçli
kesimlerini saflarında örgütlemiş, işçi sınıfının
mücadelesinde etkin rol oynayabilecek düzeyde olması
gerekmektedir. Partinin programı ve siyasal doktrinleri ne kadar
Marksizm'e dayansa da, işçilerden yana bir dünya tasavvur etse de,
militanları işçilerden oluşmuyorsa, faaliyet alanları işçi
sınıfına dayanmıyorsa, o parti sınıfın devrimci partisi
olamamıştır. Üyeleri öğrencilerden, akademisyenlerden, beyaz
yakalılardan, küçük burjuvalardan oluşan ve faaliyetlerinin
merkezi işçi sınıfına dayanmayan bir grubun programı ne düzeyde
Ortodoks Marksist olursa olsun ne düzeyde kendisini sınıfın
devrimci partisi olarak ilan etse de kötü bir karikatürden başka
bir fonksiyonu olmaz. Küçük bir devrimci siyasal grup ilk olarak
öğrenci gençlikten aydınlardan oluşabilir. Fakat bu grup sınıfa
yönelmeden, faaliyetlerinin merkezine işçi sınıfını koyup,
sınıf içinde kök salmadan asla bir devrimci gruba dönüşemez.
Bu tarz gruplar genellikle öğrenci gençlik içinde çabuk
kitleselleşebilmektedir. Fakat faaliyet alanları işçi sınıfına
dayanmayınca, yürütmüş olduğu tüm pratik küçük burjuva kent
aydınlarına ve iyi okullarda okuma şansı edinmiş öğrenci
gençliğe Marksizm'in haklılığının propagandasını yapıp
saflarına aydın devşirmekten başka bir işlev görmemektedir.
Sınıfın devrimci partisini kurma hedefiyle yola çıkan bu
toplulukların faaliyetleri sınıfa dayanmayınca, bolca Marksizm
üzerine gevezelik yapan entellektüeller ordusuna dönüşmektedir.
Hiçbir entellektüelker ordusu, öğrenci hareketi, gerilla
teşkilatı, teorileri ve siyasal doktrinleri ne kadar kusursuz
olursa olsun asla işçi sınıfı içinde kök salmış devrimci
komünist partinin işlevini göremez.
*) PARTİ PROLETARYANIN
ÖNCÜ MÜFREZE BİRLİĞİDİR
İşçi sınıfı tarih
sahnesine çıktığından bugüne dek burjuvazi karşısında
kendisini savunabilmek için her zaman teşkilatlanma faaliyeti
içerisinde bulunmuştur. İşçi teşkilatlanmaları sistemde
yaşanan büyük krizler ve devrimci kabarışlar dönemi dışında
her zaman sınıfın küçük bir kesimini saflarına katmıştır.
Çünkü sistemde yaşanan siyasal ekonomik krizler ve devrimci
kabarışlar dönemi dışında her zaman egemen sınıflar, devletin
ideolojik aygıtlarını kullanarak kendi fikirlerini ve çıkarlarını
tüm toplumun çıkarları olarak sunmaktadırlar. Olağanüstü
krizler ve devrimci kabarışlar dönemleri dışında burjuva
ideolojisinin hegamonyası hakimdir. İşçi sınıfının içinde
de, sınıf bilincinin gelişimi açısından eşitsiz bir gelişim
söz konusudur. Bunun sonucu olarak olağan dönemlerde sınıfın
ezici çoğunluğunda burjuva ideolojisi hakimdir. O yüzdendir ki,
devrimci parti işçi sınıfının en bilinçli, en militan
kesimlerinden oluşur. Devrimci parti inşası yolunda sınıf
bilinçli işçileri örgütlemeyi hedefler. Bir devrimci grup işçi
sınıfının en militan ve en bilinçli kesimini örgütlemeyi
hedefler fakat işçi sınıfının tamamının bilinç düzeyini
arttırmaya yönelik ajitasyon, propaganda faaliyetinden de geri
durmaz.
Devrimci partinin en temel özelliklerinden birisi de işçi sınıfının öncü müfrezesi olmasında yatmaktadır. Fakat öncü parti kavramı o kadar deforme edilmiştir ki, bu gün bu iddiada bulunan bir çok teşkilat ya kendisini sınıf yerine ikame etmektedir yada öncülük adı altında işçi kuyrukçuluğu yapmaktadır. Öncelikle işçi sınıfının öncü devrimci partisi sınıfın dışında duran sınıf adına politikalar üreten entellektüeller elitinden kurulamaz. Sınıfın öncü partisi sınıfın ana gövdesinin içinden çıkan; en militan, en bilinçli Marksizm'i eylem kılavuzu olarak benimsemiş işçiler tarafından kurulur. İşçi sınıfının tüm mücadelelerinin fiili örgütleyicisi ve onu ileriye taşıyan, radikalleştiren unsurlarıdır. Sınıfa öncülük, sınıfın dışında kalan bir takım öğrenci gençliğinin ve küçük burjuva kent aydınlarının sınıf için en iyisini biz biliriz edasıyla, dışarıdan sınıfa seslenerek ve sınıf yerine kendi örgütünü ikame ederek verilemez. Öncü partinin fabrikalarda, atölyelerde, şantiyelerde, madenlerde, tarım arazilerinde, sokaklarda, kısaca sınıfın ana gövdesinin içinden kazandığı Marksizm'i kendisine eylem kılavuzu yapmış, kadın ve erkek militan işçilerle sınıfa öncülük eder. Öncü parti sınıfın peşinden koşmaz. İşçi sınıfının gündelik mücadeleleri içerisinde yer alır fakat sendika bürokrasisinin peşinden sürüklenerek bunu gerçekleştirmez. İşçi sınıfının içinde örgütlenmek ve kitleselleşmek için kendi siyasal doğrularını geri plana itip, sınıfın geri bilincine seslenerek öncülük gerçekleştiremez. İşçi sınıfının öncü partisi sınıfın tüm gündelik mücadelelerine katılır fakat her fırsatta sınıfın yaşadığı sorunlar üzerinden sermaye devletini teşhir ederek, devrimci komünist ajitasyon, propaganda ve örgütlenme faaliyeti gerçekleştirir. Henüz parti olamamış küçük devrimci gruplarda, faaliyetini salt ajitasyon propagandaya indirgememelidir. Gücü oranında işçi sınıfının tüm mücadelelerine aktif katılım sağlamalıdır. Fakat buradaki amacı sınıf mücadelesi deneyimlerini artırmak, sınıf içinde bağlar kurmak, mücadele alanları içerisinde devrimci komünist ajitasyon, propaganda, örgütlenme alanları açmayı hedeflemelidir.
Aksi
hâlde sınıfa yönelik tüm faaliyetleri kuyrukçu bir
dayanışmacılığa indirgeyen gruba evrilmesi kaçınılmaz bir
sondur.
*)
DEVRİMCİ PARTİ YERALTI PARTİSİDİR
Devrimci partinin
nihai hedefi, ne burjuva düzen içerisinde bir iktidar değişikliği
nede burjuva devlet aygıtlarında restorasyonlar gerçekleştirip,
emekçiler lehine bir takım reformlar koparmaktır. Devrimci
partinin nihai amacı burjuvaziyi ekonomik ve siyasi olarak
mülksüzleştirmek, tüm burjuva devlet aygıtlarının ilgasını
gerçekleştirip yerine emekçi sınıfların öz yönetim
organlarının iktidarını gerçekleştirmektir. Marks’ın
manifestoda belirtiği gibi ” Komünistler görüş ve amaçlarını
gizlemeye tenezzül etmezler”. Devrimci komünistlerin amacı
açıktır: Burjuvazinin hüküm sürdüğü her şeyin ilgasını
gerçekleştirmek. Devrimci komünist fikirlerin bir kısmını terk
ederek veya yumuşatarak daha kitlesel olup, kestirmeden devrimci
partiyi inşa edebileceğini savunmak her şeyden önce açık bir
oportünizmdir. Burjuva düzen içerisinde, burjuva demokrasisinin
verdiği olanaklar dahilinde devrim yapılacağını savunmak her
şeyden önce emekçi kitleleri silahsız bırakmaktır. 70’li
yıllarda bunun örneği Şili’de acı bir şekilde tecrübe
edilmiştir. Burjuvazinin ve onun devlet kurumlarının, yasalarının
hüküm sürdüğü yerde devrim gerçekleşemez. Burjuvazi tüm
ordusu, kolluk güçleri, istihbarat birimleri, gizli suç
örgütleriyle teşkilatlanarak iktidarını sürdürmektedir.
Burjuva demokrasisinin en gelişkin olduğu ülkelerde dahi gerek
medya olsun, gerekse de partiler, legal işçi teşkilatları
burjuvazinin belirlediği kurallar dahilinde faaliyet yürümektedir.
Burjuvazinin belirlemiş olduğu kuralların dışına çıkıldığında
burjuva devletin yaptırımları gerçekleşir. O yüzdendir ki;
devrimci parti burjuva devletin koyduğu kurallara tabi olmadan
inşasını gerçekleştirmek zorundadır. Devrimci partinin ana
gövdesi illegalite kuralları içinde faaliyet yürüten yeraltı
partisi olmak zorundadır. Devrimci parti işçi sınıfının ve
ezilenlerin çıkarlarının militan savunucusu olduğunu pratiğin
içinde kanıtlamak zorundadır. En sert biçimde gerçekleşecek
sınıf mücadelesine , kitlesel isyanlara, devrimci kabarışlara
önderlik edebilecek, silahlı ayaklanmaları yönetebilecek düzeyde
kendisini hazırlamalıdır. Bu şu anlama gelmemektedir, parti işçi
sınıfı içindeki faaliyetlerini askıya alıp, kendi küçük
silahlı gruplarını kurup, sınıftan kopuk küçük burjuva
radikalizmine dayalı eylem tarzını benimseyemez. Devrimci partinin
faaliyetlerinin merkezinde her koşulda işçi sınıfı vardır. Tüm
legal alanlarda faaliyet yürütür. Her koşulda ve her alanda işçi
sınıfının tabandan gelen militan mücadelesiyle devrimin
gerçekleşeceğinin propagandasını yapmaktan geri durmaz. Bunun
araçlarının da işçi milislerinden geçtiğini her zaman dile
getirir. Devletin kolluk güçlerinin ve faşist çetelerin
saldırıları karşısında öz savunma komitelerinin kurulmasına
ön ayak olur. Emekçi sınıfların isyanları ve ayaklanmaları
dönemlerinde mücadeleyi devrimci bir rotaya sokmak için hızla
silahlı bir ayaklanmaya önderlik etme niteliğine sahip olmalıdır.
Bir devrimci partinin amacı kendi militanlarının ne kadar savaşçı
ve gözü kara olduğunu kanıtlamak değildir. Devrimci partinin
amacı emekçi sınıfları militanlaştırmak ve kararlı radikal
bir mücadelenin içine sokarak onlara önderlik etmektir. O
yüzdendir ki devrimci partinin ana gövdesi işçi sınıfının,
ezilenlerin içinde olmakla birlikte illegalite kurallarını
uygulayan legal alanlarda aktif çalışabilen yeraltı partisi olmak
zorundadır.
*) DEVRİMCİ PARTİ DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİLİK
İLKESİNE GÖRE FAALİYET YÜRÜTÜR
Demokratik
merkeziyetçilik devrimci partiyi var eden ana unsurlardan biridir.
Demokratik merkeziyetçilik ilkesi partinin iç işleyişini ve
çalışma tarzını belirleyen temel unsurların düğümlendiği
ilkedir. Bir partinin iç işleyişi ve çalışma tarzı tasavvur
ettiği iktidar biçimine benzemek zorundadır. Emekçi sınıfların
özyönetim organları ( Sovyet, komite, konsey) aracılığıyla
iktidarı savunan bir partinin, devrimci grubun iç işleyişi ve
çalışma tarzı da bunu yansıtmak zorundadır. Aksi hâlde hem
sınıfa hem kendi militanlarına ve sempatizanlarına yabancılaşma
süreci kaçınılmaz olur. Bunun sonucu olarak da bürokrasinin
partiyi ele geçirme süreci başlar. Partide demokrasi esas
olmalıdır, politik kararlar ve örgütsel faaliyetlerin
belirlenmesi küçük bir merkez komite azınlığı tarafından
alınmamalıdır. Devrimci parti demokrasiyi esas almalıdır. Çünkü
parti içi demokratik aygıtlar geliştiği ölçüde partinin
niteliksel gelişimi gerçekleşir. Unutulmaması gereken durum şudur
ki; parti sınıfın üstünde bir elitler tabakası veya nihai bir
amaç değildir. Parti yalnızca işçi sınıfının kurtuluşu ve
devrim için gerekli olan araçtır. Eğer partide demokrasi ve özgür
tartışma ortamı yoksa, partinin siyaset üretme sürecinde parti
tabanındaki işçilerin bir rolü yoksa, yalnızca küçük bir
merkez komite tarafından kararlar alınıyorsa, o parti işçi
sınıfının somut durumuna cevap verecek, müdahil olacak
politikalar üretemez. Çünkü işçi sınıfının somut
ihtiyaçlarını, burjuvazinin politikalarına karşı nasıl
refleksler verdiğini, neye hazır olup olmadıklarını bir takım
entellektüel gevezeler değil, ancak onlarla aynı hayatı yaşayan,
aynı kaygıları olanlar bilebilir. O yüzdendir ki faaliyetlerinin
merkezi ve üyelerinin ezici çoğunluğu emekçi sınıflara
dayanmayan, siyaset üretim sürecinde parti tabanının asli özne
olmadığı bir parti dünyanın en iyi teorisyenlerinden de oluşsa
işçi sınıfının somut ihtiyaçlarına cevap verecek devrimci
politikayı ve pratiği ortaya koyamaz.
Kapitalist sistem içerisinde bir işçi, iş yerinde ürettiği her şeye yabancılaşmıştır. Ne ürettiğinin sahibidir ne de üretim sürecinin örgütlenmesinde bir söz hakkına sahiptir. Aynı şekilde yaşadığı ülkenin yönetiminde de hiçbir söz hakkına ve değere sahip değildir. Yalnızca seçim zamanları oy istenirken hatırlanır. İşçi mücadelesini sistem içinde tutmaya ve pasifize etmeye yarayan, patronlar için emniyet kemeri işlevi gören sendikalarda bürokrasinin mutlak hakimiyeti vardır. Sendikal bürokraside işçilere söz, karar, yetki hakkını sürekli kapatmaya çalışır. İşçiler burada da asli özne değildir. Hayatın her alanında hiçbir söz hakkı olmayan, her alanda nesne olan işçi sınıfının asli özne olabileceği tek yer kendi öz teşkilatı olan partisidir. Eğer devrimci parti içinde de işçilerin, emekçilerin söz, karar, yetki hakları yoksa, orada da onların adına entellektüeller kastından oluşan küçük bir merkez komite karar veriyorsa, hayatın tüm alanlarında başlayan yabancılaşma kendi öz teşkilatı olarak gördüğü partisinde de başlar. Bu yabancılaşmanın sonucu ise kendisinin karar alış sürecinde bulunmadığı fakat pratik faaliyetini kendisinin yürüttüğü bir işleyiş başlar. Burada da yöneten ve yönetilen sınıfı ortaya çıkmış olur. Yönetilen parti tabanı kendisine sorulmadan alınmış kararların faaliyetini yürütürken devrimci motivasyon yerini memuriyet ilişkilerine bırakır. Bu sürecin kurumsallaşması da, partinin kendi iç işleyişinde karşı çıktığı düzene benzemeye başlar. Bir devrimci grubun, partinin temel görevlerinden biriside, kendi kendisini sürekli olarak örgütlemesidir. Yeni hedefler, yeni mevziler kazanmak için tüm parti ve çevresini bu hedefler doğrultusunda kollektif seferberlikler içerisine sokmalıdır. Bir parti tüm militanlarının, sempatizanlarının tecrübe, birikim ve niteliğini arttırması zorunluluktur. Bunun yolu da demokratik işleyişten geçmektedir. Demokratik işleyiş eksikse partinin üye ve sempatizanları kendi yaşam ve çalışma alanlarına müdahale edecek, insiyatif geliştirecek, emekçi kitlelerin öz örgütlerinin inşasını gerçekleştiremeyecektir. Bunun için parti yönetiminin insiyatif alıp, müdahil olmasını bekleyecektir. Demokratiklik tek başına yeterli bir unsur değildir. Eğer bu demokratikliğin yanında birde eylemde birliği sağlayan merkeziyetçilik yoksa, parti bir tartışma klubünden öteye gidemez. Bu demokrasinin yanında merkeziyetçilik zorunluluktur. Çünkü partinin savaştığı burjuva sınıfı kendisini devlet olarak tüm aygıtlarıyla tepeden tırnağa merkezi bir biçimde örgütlemiştir. Burjuvaziye karşı yürütülen tüm mücadeleler de( en basit bir grevde) eğer merkezi ve disiplinli bir birlik yoksa yenilgi kaçınılmazdır.
O
yüzdendir ki tartışmalarda ve parti politikalarının
belirlenmesindeki demokratiklik eylemde merkezi bir örgütlülüğe
dönülmesi zorunluluktur.
*) DEVRİMCİ PARTİ HER KOŞULDA
SINIFIN BAĞIMSIZ POLİTİK HATTINI SAVUNUR
Devrimci parti
Bolşevizmin tarihsel öğretilerini kendisine referans alır. Her
koşulda işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının
savunucusudur. Devrimci parti işçi sınıfını küresel bir sınıf
olarak ele almakla birlikte, sınıfın bir kısmının değil
tamamının savunucusudur. Bu yüzdendir ki, devrimci parti küresel
düzeyde tüm ayrıcalıklara, hegamonyalara ve iktidarlara karşı
çıkar. Çünkü nihai hedefi sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz,
patronsuz bir dünya inşaa etmektir. Tüm faaliyetleri ve gündelik
gelişmelere müdahil oluşu bu perspektif doğrultusunda
gerçekleşir. O yüzdendir ki devrimci parti her konuda, her
gündemde işçi sınıfının bağımsız sınıf hattını savunur.
Her gelişme karşısında aldığı pozisyonlarla burjuvazinin
siyasal temsilcilerinden, reformistlerden, milliyetçilerden, sosyal
yurtsever ve merkezcilerden ayırt ediciliğini bariz şekilde
gösterir. Devrimci parti hiçbir koşulda ve durumda burjuvazinin
herhangi bir kanadıyla ittifak içerisinde bulunmaz, onu
desteklemez. Kısacası devrimci partinin şiarı “Sınıfa Karşı
Sınıf, Düzene Karşı Devrim!” dir.
*)
DEVRİMCİ PARTİ İŞÇİ SINIFININ BİRLİĞİ İÇİN
SAVAŞIR
Devrimci partinin zafer kazanmasının ana
koşullarından birisi de işçi sınıfının birliğini sağlamak
için savaşmaktır. Burjuvazinin iktidarını devam ettirmesini
sağlayan ana etmenlerden birisi de işçi sınıfının içinde
oluşan sunni bölünmelerdir. Burjuvazi bu bölünmüşlükleri
sürekli olarak canlı tutmaya çalışır. Sınıf bilincinin
gelişmediği koşullarda işçiler burjuvazinin yaratmış olduğu
sunni bölünmelerle birbirlerine karşı savaşır. O yüzdendir ki;
partinin sınıf birliğini sağlama savaşının temelinde sınıf
bilincini yeşertmek olmalıdır. Maalesef ki bugün sosyalist solun
hatırı sayılır bir kısmı sınıf bilincinden sendikal bilinci
anlamakta, hedef olarak da işçilerin ekonomik temelli haklar ve
reformlar kazanmasını mücadelesinin merkezine koymaktadır. Bu
durumda, sınıf içindeki bölünmeleri ortadan kaldırmaya yönelik
faaliyeti es geçmektedir. Sınıf mücadelesinden yalnızca sendikal
mücadeleyi anlayan hareketler asla işçi sınıfının birliğini
sağlayamaz. Çünkü sendikalaşmanın en gelişmiş olduğu
ülkelerde dahi, sendikalı işçi oranı %30’u geçmez. Sendikalı
işçilerde genelde görece sınıfın güvenceli işe sahip
kısımlarından oluşmaktadır. Sendikal mücadele, bürokrasi
tarafından her dönem iş yeri düzeyine hapsedilmeye çalışılır.
O yüzdendir ki sendikal perspektif temelli birliğin temeli iş yeri
düzeyinde veya en fazla sektör düzeyindeki güvenceli, kadrolu
işçiler arasında kalmaktadır. Devrimci parti küresel düzeyde
sınıfın tamamının birliğini sağlamak için savaşır. Bu amaç
doğrultusunda devrimci parti en radikal şekilde, her koşulda,
sınıfın içinde yaratılan tüm bölünmelere karşı kesintisiz
savaş halinde olmak zorundadır. İşçi sınıfının içindeki tüm
bölünmelere, ırk, milliyet ayrımlarına, göçmen, mülteci,
yerli, vasıflı vasıfsız, kadrolu, taşeron, işsiz, çalışan,
sigortalı, sigortasız, genç, yaşlı vb tüm ayrımlara pirim
vermezler. Mücadelenin her alanında, ortaya atılan tüm taleplerde
sınıfın bir kısmını değil, tüm kesiminin birliğini sağlamaya
yönelik mücadele yürütür. Devrimci parti sınıfın günlük
mücadelesinde ilkelerden ödün vermemek adına, ultra sol sekter
söylemlerle, sınıfın birliğinin bozulmasına izin vermemelidir.
Sınıfın ihtiyaçlarına yönelik olarak, reformist, sendikalist
önderliklerle “birleşik işçi cephesi” kurabilmenin yolunu
aramalıdır. Buradaki amaç sınıfın tüm kesimlerini birleşik
bir mücadele içine sokmak ve birlikte yürüyüp ayrı vurmaktır.
Devrimci parti, reformist, sosyal demokrat, sosyal yurtsever ve
gerici sendikaların etkisi altındaki işçi sınıfıyla arasına
duvar örmez. Onların sınıfsal önderliklerinin ihanetlerini
teşhir edip, etkisi altındaki işçi sınıfını kazanmak için
sistematik faaliyet yürütür. Devrimci parti işçi sınıfının
geri bilincine sahip olan kesimleri kazanmak ve onlara hoş görünmek
adına, programını yumuşatmaz, sınıfın geri bilincine
seslenmez. Böyle bir tutum sınıfın birliğini sağlamamakla
birlikte burjuva ideolojisinin sınıfın içine kök salmasını
sağlar. Salt mülteci düşmanlığı veya Kürt halkına karşı
şoven bir damar sınıfın içinde yaygın diye bunun üstüne
gitmeyen bir sınıf partisi, sınıfın içinde şovenizmin diri
kalmasına yeniden üretilmesine hizmet etmiş olur. Devrimci parti
sınıfın geri bilincine karşı sistematik bir şekilde ideolojik
mücadele yürütür.
*) DEVRİMCİ PARTİ İŞÇİ SINIFININ
KIZIL ÜNİVERSİTESİDİR
Devrimci partinin ana görevlerinden
biriside sürekli ve sistematik olarak eğitim faaliyeti içerisinde
olmasıdır. Bu eğitim işçi sınıfının eylem kılavuzu olan
Devrimci Marksizm temelinde olmalıdır. Devrimci parti veya henüz
parti olamamış devrimci grupların asli görevlerinden birisi de
Marksist fikirlerin işçi sınıfı içinde yayılmasını
sağlamaktır. Devrimci partiyi inşa etmenin önemli bir faaliyet
alanı da, işçi öz eğitim gruplarından geçmektedir. Parti her
şeyden önce işçi sınıfının tarihsel hafızasıdır, parti
olmadan işçi sınıfı kendi tarihini, kendi felsefesini öğrenemez,
onu geliştiremez ve hâliyle yayamaz. Burjuvazinin ideolojik
kuşatması altında kalır. Partinin eğitim çalışması ve teori
üretim sürecinin temeli, nitelik bakımından asla ama asla
akademik olmamalıdır. Devrimci partinin görevi aydınlara,
akademisyenlere, iyi okullarda eğitim alma imkanını kazanmış
öğrenci gençliğe Marksizmin haklılığını kanıtlamak
değildir. Devrimci partinin görevi, işçi sınıfının bilinç
düzeyini yükseltmek, Marksizm bilimini kuşanmış proleter
militanlar yetiştirmektir. O yüzdendir ki, tüm eğitsel araçlar
sınıfın genelinin anlayacağı yalınlıkta ve gündelik hayattan
dersler çıkartacak nitelikte olmalıdır. Devrimci partinin siyasal
ve ideolojik mücadelesinin temeli işçi öz eğitimlerinden
geçmektedir. Devrimci parti işçi sınıfının kızıl
üniversitesi olmak zorundadır.
Bu
işlevi yerine getirmeyen parti, gruplar düzene karşı verdiği
siyasal ve ideolojik mücadeleden yenik ayrılmaya mahkumdurlar.
*)
DEVRİMCİ PARTİ ENTERNASYONAL OLMAK ZORUNDADIR!
Devrimci
parti tüm teorisinde de, güncel siyasetinde de, faaliyetlerinde de,
siyasal stratejilerinde de enternasyonal olmak zorundadır. Çünkü
mücadele ettiği düzen küresel çapta örgütlü bir sistemdir. Bu
yüzdendir ki proletarya küresel bir sınıftır. Proleter devrim
süreci de ulusal düzeyde başlayıp küresel düzeyde nihai
zaferine ulaşan bir süreçtir. O yüzdendir ki, devrimci partinin
inşası yalnızca ulusal düzeyde tamamlanamaz. Devrimci parti inşaa
süreci de küresel bir süreçtir. İşçi sınıfının
teşkilatlanma deneyimleri de her zaman küresel düzeyde kendisini
var etmiştir. Komünistlerin Birliğinden, Dördüncü
Enternasyonal’e giden süreç Devrimci Marksist geleneğin
sürekliliğidir. Bu gelenek her zaman işçi sınıfının devrimci
partilerini tek bir dünya partisinde somutlayıp, dünya
proletaryasına yön vererek, kapitalizme karşı sosyalist dünya
devriminin otoritesi olmuşlardır. Bugün dünyada böyle bir
otorite yoktur. Enternasyonal akımlar, gruplar vardır, fakat dünya
işçi sınıfına yön verecek gücü sahip değillerdir. Bugün
küresel çapta kapitalizme karşı dünyanın dört bir yanında
ayaklanmalar, başkaldırılar, isyanlar mevcuttur. Fakat bu
isyanları küresel düzeyde birleştirecek devrimci bir sürece
sokup dünya devriminin startını verecek enternasyonal önderlik
eksikliği, tüm şiddetiyle kendisini göstermektedir. Devrimci
parti Sosyalist dünya devrimi hedefini somut pratik faaliyetlerinde
de göstermeli ve her giriştiği dahil olduğu mücadeleyi de bu
enternasyonal amaca bağlamak zorundadır. Bunun için devrimci
partilerin inşa yolunda yürüttükleri tüm faaliyetleri gerek
teorik gerek pratik alanda enternasyonal düzeye taşımak
zorundadır. Enternasyonal bir pratikten kaçmak, ulusal perspektifle
dünyayı yorumlamanın kaçınılmaz sonu sosyal şovenizm batağına
saplanmaktır.
*) DEVRİMCİ PARTİ EZİLENLERİN MÜCADELESİNE
PROLETER DEVRİMCİ PERSPEKTİFLE DAHİL OLUR
Devrimci parti
ezilenlerin tüm güçlerini işçi sınıfının önderliği altında
kapitalizme karşı mücadele için bir araya getirmekle yükümlüdür.
Kapitalizm yalnızca işçi sınıfını ve yoksul köylüleri
ezmemektedir. Bununla birlikte kadınları, göçmenleri, LGBTİ
leri, etnik ve mezhepsel azınlıkları da ezmekte ve sömürmektedir.
Bu kesimlerin üzerinde sürekli baskı ve ötekileştirme
politikaları uygulamaktadır. Devrimci parti bu kesimlerin
sorunlarına ve onların mücadelelerine sırt çeviremez. Özellikle
son yıllarda ezilenlerin hareketi toplumsal muhalefetin önemli
dinamiği hâline geldi. Sosyalist solda bu hareketlere karşı iki
sorunlu eğilim boy göstermektedir. Birinci sorunlu eğilim
ezilenlerin mücadelesini küçümseyen veya yüz çeviren eğilimdir.
Bu hareketlerin siyasal programlarını, parçalı karakterlerinden
dolayı düzen içi olduğunu, sınıf perspektifine sahip olmadığını
öne sürerek,“ bizim asli görevimiz işçi sınıfıdır,
devrimle birlikte ezilenlerin de sorunları çözülecek, o yüzden
devrime kadar bizi beklesinler“ diyen sekter eğilimdir. İkinci
sorunlu eğilim ise ezilenlerin oluşturduğu bu dinamiği kutsayıp,
onların kuyruğuna takılıp bu durumu yeni devrimci sınıflar ve
dinamikler olarak tanımlayan eğilimdir. Ezilenlerin üzerindeki tüm
baskı, ayrımcılık, kutuplaştırmanın sonucu olarak
milliyetçilik, ataerkillik, homofobi, gericilik güçlenir. Bu
gerici akımların emekçi sınıflarda güçlenmesi burjuvazinin
iktidarını ve sömürü mekanizmalarının güçlenmesine yol açar.
Devrimci parti tüm ezilenlerin, baskıya, ayrımcılığa
uğrayanların yanında yer alarak, burjuva devlete karşı
ezilenlerden yana tutum sergilemek asli görevidir. Ezilenlerin
mücadelesinin merkezinde doğası gereği uğradığı baskının ve
ayrımcılığın son bulması vardır. Bu durumda sistemle
hesaplaşmadan uzak, sınıf perspektifinden yoksun, reformist
taleplerde somutlanmaktadır. Devrimci partiye olan ihtiyaç, burada
da kendisini göstermektedir. Devrimci partinin buradaki görevi salt
ezilenlerle dayanışma içinde olmak değildir. Ezilenlerin yaşadığı
tüm sorunların kaynağında sermaye düzeninin olduğunu, mevcut
burjuva düzenin bu sorunları yeniden ürettiğini anlatmasıdır.
Bu sorunlardan kurtuluşun yolunun da proleter devrimden geçtiğini
ve bunun içinde teşkilatlanmak gerektiği perspektifini ezilenlere
taşır. Sözün kısası devrimci parti ezilenleri işçi sınıfı
saflarında proleter devrim mücadelesine davet eder. Bu amaca uygun
talepler ve örgütlenme platformları üreterek ezilenlerin
mücadelesine dahil olur.
Kapitalizm
Çürümüş Bir Düzendir
Zorunluluk
ve sömürüye dayalı kapitalist üretim şekillerinin mümkün
kıldığı üretici güçlerin gelişmesi sayesinde, insanlığın,
üreticilerin hür birliği temelinde yeni bir medeniyet aşamasına
geçmesi artık mümkündür. Kapitalizm
tarih açısından Sosyalizmin bekleme odasıdır.
Kapitalizm
üretici güçlerin sermaye olduğu, ürünlerin meta olduğu, ürün
üstünlüğünün katma değer olduğu, üretim şeklinin kapitalist
sömürü ilişkisi olduğu ve çalışmanın ücretli emek olduğu
bir üretim şeklidir. İş gücü, üretim araçlarından yoksun
sömürülen sınıf tarafından bu iş gücünden üretilen meta ile
kullanılan kaynakların değerleri arasındaki fark nedeniyle daha
fazla değer elde eden sömüren sınıfa satılır; ki bu fark
kullanılan kaynaklar( hammadde, makineler, aletler, gayrimenkuller,
vs.) ve bunlar üzerinde kullanılan iş gücü
arasındadır.
Kapitalist üretim şekli kendi kendisini daha
geniş olarak tekrar eden ( Sermaye birikimi, işçi sınıfının
sayısının artması, uluslararasılaşma) sanayi oluşturur ve
üretim tekniklerini devamlı olarak alt üst eder. Bunun bir sonucu
da, bilim ve tekniğin tarihte eşi görülmemiş bir biçimde
kullanılmasıdır. Bunun iki önemli sonucu ise çalışma
zamanından tasarruf ve daha önce uzaklık ve coğrafi engeller
sebebiyle ayrı olan tüm insan topluluklarının birbirleriyle
ilişkiye geçmesidir. Bu şekilde, kapitalizm daha yüksek bir
üretim şekli olan sosyalizmin, komünizmin temellerini
atmıştır.
Feodaliteyi yıkarak, üretici güçlerde büyük
sıçramalar yaratan ve insanlığın gelişiminde önemli katkılar
sunan kapitalizm ilerici barutunu tamamen yitirmekle birlikte,
insanlığın ilerleyişinin önündeki en büyük engeli
oluşturmaktadır. Milyarlarca emekçinin vahşi sömürüsüyle
yaratılan dev kaynaklar, bir avuç burjuvazinin tekelindedir. Tarih
boyunca sınıfsal uçurumların en yüksek noktalara ulaştığı
dönemdir kapitalizm.
Kapitalist sistem varlığını emek
sömürüsü ve yeryüzündeki tüm kaynakların talan edilmesi
üzerinden sürdürmektedir... Bu sistem, her alanda attığı tüm
adımları kâr amacı güderek gerçekleştirmektedir. Kapitalizmin
temel besin kaynağı kâr ve rekabettir. Bu sistem dünyayı
cehenneme çevirmektedir. Sürekli olarak eşitsizlik ve adaletsizlik
üretmektedir. Sermaye düzeni ırkçı, cinsiyetçi, doğa düşmanı
ve homofobiktir. Bu durum öyle bir noktaya gelmiştir ki, insanlığı
hızla barbarlığa sürüklenmektedir.
Dünyanın en zengin 8
kişisinin servetinin toplamı, en yoksul 3.6 milyar insanın
servetinden daha fazladır. Dünya nüfusunun tamamına yetecek kadar
gıda üretimi vardır, ancak dünya nüfusunun %11'i, yani 800
milyon insan açlığa mahkum edilmiştir. 1.8 milyon insan temiz
sudan mahrum şekilde yaşamaktadır. 21. yüzyılda bilim ve
teknoloji konusunda insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş
gelişmeler olmuştur. Ancak bu gelişmeler insanlığın sorunlarına
çözüm olmak, insanlığın yaşamını kolaylaştırmaya yönelik
değildir. Bilim ve teknolojideki buluşlar, kapitalistlerin kârı,
savaş yatırımları ve casusluk amaçlarına hizmet etmektedir.
Bilimi, kültürü, sanatı, üretim araçlarının tamamını elinde
bulunduran burjuvazi, ezilenlere açlık, yoksulluk, güvencesizlik,
geleceksizlik, sömürü, savaş, ırkçılık, yabancılaşma
dışında bir gelecek sunmamaktadır.
Kapitalizm
asla terbiye edilemeyeceği gibi, burjuva klikler arasından işçi
sınıfına müttefiklerde çıkmaz. Bu reformist sınıf uzlaşmacı(
halk cephesi, ulusal demokratik cephe vs) hayallerin faturasını 20.
yüzyılda dünya proletaryası en ağır şekilde yaşadı. Bu
oportünist anlayışlar 20.yüzyılda kapitalizmi proleter
devrimlerin elinden kurtarmıştır. Bugün kapitalizmin küresel
düzeyde girdiği çoklu kriz karşısında neo-keynesçi
aforizmaları tekrarlamak, sosyal
devletçi reformları çözüm olarak pazarlamak kapitalizmin gönüllü
korumacılığına soyunmaktır. Tüm tarihsel deneyimler bize
kapitalizmin asla tedavi edilmeyeceğini gösterdi. Tarihsel ve
siyasal mirasımız bize tek devrimci gücün proletarya olduğunu ve
proletaryanın hedefinin sınıfsız topluma varmak olduğunu
göstermektedir.
Tek
Devrimci Sınıf Proletaryadır
SSCB'nin
ve Stalinizmin uydularının kapitalizme entegre olmasıyla birlikte
tüm burjuva güçler var güçleriyle "Elveda
Proletarya" sloganında cisimleşen
liberal aforizmalarla tarihin sonunu ilan ettiler. Artık işçi
sınıfının öldüğünü, kapitalizmin insanlığın ulaşabileceği
yegane medeniyet olduğunu, sosyalist devrim deneyimlerini de tarihin
bir kazası olduğu şeklinde yorumlar yaptılar. Artık bolluk ve
bereket, demokrasi ve barış çağının açıldığını
müjdelediler. Burjuva ideologlara göre ekonomik krizler ve savaşlar
artık tarih olmuştu. Burjuva ideologların mürekkepleri kurumadan
savaşlar patlak verdi. Burjuva ideologların çizdiği tüm pembe
tablo kapitalizm altındaki yaşamın olağan pratiğinin
duvarlarında tuzla buz oldu. SSCB'nin kapitalist entegrasyonuyla
birlikte burjuvazi Marksizm'in yegane pratiğinin Stalincilerin "reel
sosyalizm" olarak tanımladığı
pratik olduğunu sürekli olarak öne sürdü. Burjuvazinin bu
iddiaları sosyalist saflarda da yoğun destek gördü. Marks
Komünist Manifestoda "Avrupa'da
bir hayalet dolaşıyor Komünizm hayaleti. Avrupa'nın tüm eski
güçleri bu hayalete karşı kutsal bir sürgün avı
içerisindedirler. Papa ile Çar, Metterh ile Guizat, Fransız
radikalleri ile Alman polisleri"
şeklinde başlamıştır.
1848 yılında tüm burjuvazi komünizme karşı savaşmak için kutsal bir ittifak içerisindeydi, bu ittifak bugünde varlığını korumaktadır. 1990'lı yıllarla birlikte bu ittifak içine işçi sınıfı saflarında yer alan, Stalincileri, Anarşistleri, reformcuları da alarak farklı bir boyuta ulaştı. Burjuvazinin tüm fraksiyonları, liberaller, sosyal demokratlar, anarşistler, post marksistler temel bir konu üzerinde uzlaşı içindedirler. Bu geniş kitlesel ittifak, Stalinizmin ve onun türevlerinin pratiğinin, Marksizmin kendisi olduğu konusunda uzlaşı içindedirler. Burjuvazi, Stalinizmin yenilgisini ve günahlarını bire bin katıp anlatıyor ve“İşte Marksizm budur!“
diyor.
Stalinciler ise, sosyalizmi savunmanın, Marksist olmanın yegane
koşulunun Stalini savunmak olduğu savını amentü haline
getirmişlerdir. Stalinci bürokratik rejimlerin kapitalizmden üstün
ve başarılı yönlerini öne çıkartarak Marksizmin haklılığını
kanıtlamaya çalışmaktadır. Post Marksistler ise Stalinizmin
Marksizmin eksikliklerinin ürünü olduğunu iddia etmekte, o yüzden
gerçekleştirmiş olduğu revizyonları,“Marksizme katkı, 21.
yüzyıl Marksizmi“ olarak pazarlamaktadır. Proletarya
diktatörlüğünü Marksizmin yenilgisinin ana kaynağı olarak ilan
etmekte, buna ek olarak proletaryanın eski devrimci gücünün
kalmadığını savunarak, yeni toplumsal hareketler, kimlik merkezli
siyasetler, küçük burjuva aktivizmiyle dünyanın
değiştirilebileceğini savunmaktadırlar. SSCB'nin kapitalist
restorasyonuyla Stalinci Komünist Partilerin önemli bir kısmı
sosyal demokrasiye iltica etti. Stalinizmin türevleri olan Maocu,
Fokocu, devrimci demokrat hareketlerin önemli bir kısmı
reformizme, kimlikçiliğe iltica ettiler. Bu iltica sürecinde ciddi
bir uyumsuzluk süreci yaşamadılar. Stalinciliğin Marksizmin
inkarı olduğunu, yaşanan sürecin bürokratik karşı devrim
olduğunu savunan ve buna karşı aralıksız mücadele yürüten,
işçi sınıfının enternasyonal kızıl sancağının yere
düşmesini engelleyip, bugünlere gelmesini sağlayan tek akım
Troçki önderliğinde inşa edilen Bolşevik-Leninist akımdır.
Burjuvazinin tüm Marksizm öldü, proletarya öldü naralarına
paralel olarak, gelişen yeni dünya düzenine uygun solun işçi
sınıfının devrimci potansiyelinin öldüğünü iddia edilse de,
işçi sınıfı hem sayısal olarak, hem coğrafi olarak, hem de
toplumsal mücadelelere etkisi açısından istikrarlı bir büyüme
içerisindedir.
20. Yüzyılda köylüğün ağır bastığı üçüncü dünya ülkeleri küresel kapitalizmin atölyelerine dönerek işçi sınıfının saflarına milyarların katılmasına yol açmıştır. Özellikle Çin, Hindistan, Endonezya, Brezilya, Nijerya, Uzak Asya vb bölgeler buna örnektir. 2019 yılından beri Asya'dan, Avrupa'ya, Ortadoğu'ya, Latin Amerika'ya uzanan geniş bir coğrafyada büyük emekçi seferberlikleri, isyanlar, grevler, mevcut rejimleri sarsmakta, bazı ülkelerde hükümetlerin devrilmesine yol açmaktadır.
İşçi
sınıfı hem sayısal olarak hem de verdiği mücadele bakımından
büyümektedir.
Tek
devrimci sınıf olarak proletaryayı tayin etmemiz, proletaryaya
ilahi bir güç ve anlam yüklediğimizden dolayı değildir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin yaratmış olduğu maddi temelden
dolayı, proletaryanın üretim içinde konumlanışından ötürüdür.
Bugün, yalnızca proletarya, burjuvazinin karşısında duran diğer
sınıflar içerisinde gerçek devrimci potansiyele sahiptir. Diğer
sınıflar, ( köylülük, küçük burjuvazi) kapitalist tekelleşme
karşısında eriyip, yok olma tehdidi yaşarken, proletarya
büyümektedir. Burjuvazinin varlığı, büyümesi proletaryanın
varlığına bağlıdır. Burjuvazi proletarya olmadan varlığını
sürdüremez ama proletarya burjuvazi olmadan varlığını çokça
rahat ve iyi bir şekilde devam ettirebilme yetisine
sahiptir.
Proletarya; sınıfsız, hudutsuz, sömürüsüz,
patronsuz bir dünyanın asli öznesi olma özelliğini kapitalist
üretim ilişkilerinden almaktadır. Kapitalizm öncesi sınıflı
toplumlarda, sömürülen sınıflardan farklı olarak Proletarya,
kapitalizmi yıkmak ve sınıfsız, sömürüsüz bir düzen inşa
etmek için gerekli kollektif davranabilme yetisine sahiptir.
Proletaryaya bu kollektivizm yetisini kazandıran da bizzat
kapitalist üretim ilişkilerinin kendisi olmuştur. Kapitalizmin
gelişmesiyle üretim süreçleri yoğunlaşmış ve
merkezileşmiştir. Kapitalist üretimdeki yoğunlaşma büyük
kitleleri, uyum, kollektivite, disiplin, eşgüdüm içinde çalışma
yaşamına sürüklenmiştir. Üretilen her meta kolektif bir emeğin
ürünüdür. Bu kolektivizm ve uyum, disiplin burjuvazinin kâr ve
rekabeti için vardır. İşçi sınıfı bu kolektivizmi kendisi
için kullanmaya başlayınca tüm dengelerin yerle bir olma süreci
başlar. Diğer sosyal sınıflarda bu özellik söz konusu olmadığı
için, bağımsız bir sınıf olarak örgütlenip siyasal mücadele
verebilme yetisine sahip değildir.
Kapitalizm altında
proletarya her koşulda bir örgütlülük içindedir. Fabrikalarda,
iş yerlerinde üretimi gerçekleştirmek için burjuvazi tarafından
örgütlü bir kollektivizasyon içinde tutulurlar. Üretimin nasıl
örgütlendiğini yaşayarak tecrübe ederler. Kapitalistlere karşı
en ufak hak talebi için bile birlik olmaları, örgütlenmeleri
gerekmektedir. "Ya hep beraber Ya
hiçbirimiz " denklemi hayatın her
alanında karşılarında durur. Proletarya kapitalist üretim için
her gün gerçekleştirdiği disiplinli, uyumlu kolektivizmi, kendisi
için gösterebilme yeteneğine sahip olmakla birlikte, konsey,
komite, şûra gibi örgütlenmelerle hem üretim, hem yönetebilme
potansiyeline sahip tek sınıftır. Ne kapitalizm öncesi sınıflı
toplumun ezilenlerinde, ne kapitalizm döneminde, kendi dışında
kalan sınıflarda bu özellik mevcuttur.
Proletaryanın,
Komünist dünya devrimi mücadelesinin asli öznesi olmasını
sağlayan bir diğer nesnellik kapitalist üretim modelinde sahip
olduğu merkezi roldür. Burjuvazinin tüm üretim süreçlerinin
asli öznesi proletaryadır. Bu özelliği nedeniyle, burjuvazi
karşısına devrimci bir programa sahip parti ve kitle örgütleriyle
bir sınıf olarak çıktığında, devasa güçleri harekete
geçirebilme, burjuva devlet aygıtlarını imha edip, burjuvaziyi
siyasal ve ekonomik olarak mülksüzleştirip, kendi sınıfının
iktidarını kurarak kapitalizmi tarihin çöplüğüne
gönderebilir.
Proletaryanın
Hedefi Sınıfsız Topluma Varmaktır
İşçi
sınıfının hedefi ne ekonomik ve siyasal hak ve hürriyetler
kazanma kavgasından ibarettir, ne de sınıfın bir kesiminin
çıkarlarını kollamak ve geliştirmektir. İşçi sınıfının
hedefi kendi ulus devletinin kalkınması için seferberliğe girmek
de değildir. İşçi sınıfı küresel bir sınıftır, hedefleri
de küreseldir. İşçi sınıfının kurtuluş savaşımı, sınıf
ayrıcalıkları ve tekelleri yaratmak için değil, eşit hak ve
ödevler için, her türden sınıf egemenliğini, hegamonyayı
ortadan kaldırmak içindir. Bu hedefin siyasal karşılığı ise
proletaryanın sınıfsız toplum için küresel devrimci
seferberliğin içine girmektir.
Sosyalizmin hedefi ulusal bir
hedef değil, enternasyonal bir hedeftir. Proleter devrimler ulusal
arenada başlar, uluslararası arenada gelişir, dünya arenasında
son bulur. Çünkü kapitalizm, kendinden önceki üretim
tarzlarından farklı olarak, bölgesel düzeyde kalmayarak küresel
boyutlara ulaşmıştır. Emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte
dünyadaki yegane toplumsal formasyona dönüşmüştür. Kapitalizmi
aşma iddiasını kuşananlar, küresel bir sistem olan kapitalizme
karşı küresel bir alternatifle çıkmalıdırlar. Kapitalizmden
komünizme geçiş süreci bütünlük ve süreklilik taşıyan bir
süreçtir. Stalinizmin dünya Komünist hareketine dayattığı "Tek
Ülkede Sosyalizm" teorisi
Marksizmin inkarına dayanan, işçi sınıfının tarihsel
çıkarlarıyla örtüşmeyen, sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz
bir dünyaya giden süreci sabote eden milliyetçi gerici bir
ütopyadır.
Kapitalizmden
Komünizme Geçiş Dönemi: Proletarya Diktatörlüğü
Enternasyonal
Komünizmin temel taşlarından olan proletarya diktatörlüğü
kavramı, üzerinde en fazla spekülasyonun, çarpıtmanın,
deformasyonun olduğu kavramdır. Bu çarpıtma ve deformasyonda en
az burjuvazi kadar işçi sınıfı saflarındaki siyasal akımların
da payı vardır. Proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfı adına
hareket eden bir partinin ( hatta o partinin yönetiminin) mutlak,
süresiz diktatörlüğüne indirgenmektedir. Proletarya diktatörlüğü
güçlü, bürokratik, totaliter bir diktatörlüğe
indirgenmektedir. Proletarya diktatörlüğü ulus-devlet sınırları
içinde inşa edilecek ve sonlanacak bir süreç olarak da tanımlana
gelmektedir. Proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin aynı şey
olduğunu iddia eden eğilimler de Marksist sol içinde epey yaygın
bir durumdur. Çarpıtılmaya ve deformasyona uğramış bu
kavrayışları gerekçe göstererek proletarya diktatörlüğünü
programından çıkartan, onu lanetleyen epey akım vardır. Peşinen
söyleyelim bu tanımlamaların tamamı Anti-Marksist olmakla
birlikte, proletarya diktatörlüğü kavramıyla uzaktan yakından
bir benzerlikleri yoktur. Proletarya diktatörlüğü Komünizme
giden yolun açılması için mevcut burjuva devletin imha edilip
yerine daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş, işçi sınıfının
özyönetim araçları olan sovyetlere dayanan, öznel bir tercih
olmamakla birlikte devletten devletsizliğe geçişin zorunlu ve tek
biçimidir.
Proletarya diktatörlüğünün sağlıklı bir
tanımlamasını yapabilmek için karşı çıktığı, alternatif
olarak kendisini konumlandırdığı burjuva devletin, burjuva
demokrasisinin tanımlaması yapılması gerekmektedir. Devlet
sorunu, soyut bir akademik sorunmuş gibi ele alınamaz. Devletin
kendisi tarafsız, sınıflar üstü bir kurum olmadığı gibi,
devlet hakkında öne sürülen tüm düşüncelerinde sınıflar
üstü tarafsız olması beklenilemez. Devletin kalıcı bir kurum
olarak ortaya çıkış sebebi toplum hâlinde yaşayan, insanlar
arasındaki toplumsal iş bölümünün getirdiği sınıf
karşıtlıklarını kontrol altında tutmaktır. Devlet bu sınıfın
karşıtlıklarının ürünü olarak doğmuştur. Devlet her şeyden
önce sınıf savaşlarının aracıdır. Bir sınıfının başka
bir sınıf üzerindeki hakimiyetini sürekli ve kalıcı kılmak
için kullanılan zor aygıtıdır. Marks'ın tabiriyle devlet tüm
burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komitedir. Burjuva
devletin tüm aygıtları, burjuva diktatörlüğünün kalıcılığını
ve sürekliliğini sağlamak için vardır.
"Kapitalist
toplumla Komünist toplum arasında, kapitalist toplumdan komünist
topluma devrimci dönüşümler dönemi yer alır. Buna devletin
proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey
olmayacağı siyasal bir geçiş dönemine karşılık düşer"
( Marks Gotha Programının Eleştirisi)
Bu
saptama Marksizmin devlet sorununa yaklaşımının özeti
mahiyetindedir. Kapitalizmden Komünizme geçişte proletarya
diktatörlüğünün zorunlu bir aşama olduğunu savunmak Marksizmi
"devletçi"
bir doktrin yapmaz. Aksine proletarya diktatörlüğü için mücadele
devletin ortadan kalkması, devleti yaratan nesnelliğin komple yok
edilmesi için verilen yegane somut mücadelenin adıdır.
Anarşistlerin, sosyal demokratların, Stalincilerin çarpıtmalarına
rağmen Enternasyonal Komünistler Marksizmin devletçi bir doktrin
olmadığını açıkça savunmuşlardır. Proletarya diktatörlüğü
anlayışı Enternasyonal Komünistlerin ayırt edici yönlerinden
birisidir. Proletarya diktatörlüğü konusunda Enternasyonal
Komünistlerin; reformist, Stalinci, Anarşist akımlardan farkını
şu şekilde somutlayabiliriz.
Reformist
Anlayış: Komünist devrimcilikle
reformculuk arasındaki temel ayrımı belirtirken iktidarın
barışçıl yollarla mı alınacağı yoksa savaş yoluyla mı
alınacağına indirgenmektedir. Oysaki bu eğilim yanıltıcı
nitelikler taşımaktadır. Temel belirleyici unsur iktidarı alma
yöntemi değil, iktidarı aldıktan sonra yerine ne konulacağında
düğümlenmektedir. Mücadele yöntemi radikal olan ama programı
burjuva demokratik devrim perspektifini aşmayan akımlar ( Narodizm,
fokoculuk, vs) işçi sınıfının mücadele tarihinde hep yer
etmiştir. Reformist hareketler burjuva devletin imhası yerine, onun
ıslah edilmesini, emekçi sınıflar lehine çalışacak bir aygıta
dönüşmesini savunurlar. Reformist hareketler burjuva devletin
imhası hedefiyle değil, onun yönetme hedefiyle hareket ederler.
İktidara geldiklerinde işçi sınıfı için esas felaket başlar.
Ya sosyalist bir programı uygulamaya çalışırlar, bunun sonucunda
burjuvaziden gelen darbelerle sonuçlanır(Şili deneyimi ilk akla
gelendir) Ya da burjuva sınıfları ürkütmemek için işçi
sınıfının taleplerine cevap veremez, buda kitlelerde hayal
kırıklıkları ve sağa kaymayı beraberinde getirmektedir.
Yunanistan'daki Syriza deneyimi ilk akla gelenlerdendir.
Anarşist
Anlayış: Marksistlerle Anarşistler
burjuva devletin işçi sınıfı tarafından ele geçirilip imha
edilmesi konusunda aynı çizgidedirler. Ayrım noktası burjuva
devletin imhasının gerçekleştirilmesinden sonraki süreçte
başlar. Anarşistlerle, Enternasyonal Komünistler iki temel noktada
ayrılmaktadırlar: Birincisi, Komünistler var olan burjuva
demokrasisi içinde kazanılmış mevzilerden yararlanmayı gerekli
ve zorunlu olarak görürler, anarşistler ise bunu tümden
reddederler.
İkincisi; anarşistler burjuva devletin
parçalanmasıyla devletin hemen ilga edilebileceğini, bundan
sonrası için bir geçiş dönemine ihtiyaç olmayacağını,
devletin ortadan kalkmasıyla tüm sorunların çözüleceğini
savunurlar. Enternasyonal Komünistler ise kapitalizmden komünizme
geçişte, bir geçiş döneminin zorunlu olduğunu savunurlar. Bu
süreçte daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş, Sovyet
organlarına dayanan, burjuva sınıfların üzerinde baskı aygıtı
oluşturan yarı devlete ihtiyaç olduğunu savunurlar. Anarşistlerin
Marksizmi devletçi olarak suçlayışları Marksizmin devletçi bir
doktrin olmasından kaynaklı değildir. Anarşistlerin devletten
devletsizliğe geçiş sürecinde, yani kapitalizmden komünizme bir
zorunlu özgün aşamaya ihtiyaç olduğunu kavrayamamalarından
kaynaklanmaktadır.
Stalinci
Anlayış: Ekim devriminin ürünü
olarak kurulan SSCB'de iktidarı Stalinci bürokrasinin ele geçirip
"Tek ülkede sosyalizm"
gerici ütopyasını dünya komünist hareketine dayattığından
beri, Marksizm büyük bir deformasyona uğramıştır. SSCB
bürokrasisi, proletarya diktatörlüğünü bir geçiş toplumunun
siyasal evresinden çıkartarak, bürokratik bir kastın mutlak
diktatörlüğünde cisimleşen ulusal kalkınmacı bir devlet
modeline sokmuştur. Proletarya diktatörlüğünü, tek parti
diktatörlüğünde cisimleşen bürokratik bir kastın sürekli ve
kalıcı diktatörlüğüne indirgenmiştir. Bu anlayış Marksizme
en büyük ideolojik zararı veren anlayıştır. Bu anlayışla her
platformda hesaplaşmak Enternasyonal Komünistlerin asli
görevlerindendir. Proletarya diktatörlüğü de, diğer devletler
gibi bir baskı aygıtıdır. Fakat başka devletlerle
kıyaslanamayacak ayrımlara sahiptir. Her şeyden önce, bütün
devletlerin yegane aracı kendi varlıklarını ebediyete kadar
kalıcı hâle getirmektir. Bu yüzden sürekli olarak baskı
aygıtlarının gelişmesine yatırım yaparlar. Proletarya
diktatörlüğünün ise amacı, devleti ve devleti var eden tüm
koşulları küresel düzeyde ortadan kaldırmaktır. Tüm devlet
aygıtlarında kolluk güçleri bir kesimin denetimi altında yer
alır, proletarya diktatörlüğünde ise baskı aygıtı sovyet
organlarının denetiminde oluşan işçi milislerine dayanır. Tüm
sömürücü sınıf devletleri toplumun bütününden ne kadar
koparsa, o düzeyde güçlenen baskı aygıtına dönüşürler.
Proletarya diktatörlüğü ise toplumun ne kadar geniş yığınlarını
siyasete ve devlet işlerinin yönetimine katarsa o kadar güçlü
bir baskı oluşturabilir. Proletarya diktatörlüğünün baskı
gücünü örgütlü halktan alır. Toplumun tamamı ne kadar aktif
şekilde, devlet yönetimine katarsa, devlete olan ihtiyaç o yönlü
azalacak ve devletten devletsizliğe geçme hedefine o ölçüde
yaklaşılmış olacaktır. Proletarya diktatörlüğü burjuva
temsili demokrasinin aksine, işçi sınıfının doğrudan demokrasi
aygıtı olan Sovyet organları üzerinden yükselir. Sovyet
organlarına dayanmayan bir proletarya diktatörlüğü
düşünülemez.
SSCB
Deneyimi
72 günlük
Paris Komünü deneyiminden sonra ilk proletarya diktatörlüğü,
1917 Ekim'inde Rusya'da hayat buldu. Rusya, köylülüğün ağır
bastığı bir coğrafyaydı. İşçi sınıfı sayısal olarak az da
olsa büyük iş yerlerinde toplanmış ve iktisadi hayatı
belirleyici bir unsura sahipti. Rusya'da proleter devrimi mümkün
kılan işçi sınıfının bu kritik öneme sahip olan konumuydu.
Bolşevikler devrimden önce de, devrimden sonra da proletarya
iktidarının uzun süre yalıtık şekilde ayakta kalamayacağının
bilincindeydiler. Rus devriminin kaderi doğrudan dünya devrimine
bağlıydı. Beklenen devrimci ayaklanmalar 1918'de Almanya'da ve
Macaristan'da gerçekleşti. Devrimci durumlar yaşandı. İşçi
sınıfı devrimin kıyısına geldi, fakat bu devrimci kabarışlar
bir iktidarla taçlanamadan yenilgiye uğradı. Avrupa devrimleri
dalgasında da bir süre geriye düşüş yaşandı. Avrupa
devriminin yenilgiye uğramasından sonra, proletarya iktidarı en
büyük darbeyi 1919'da başlayan iç savaşta yedi. Rusya'da
emperyalist metropollerin finanse edip örgütlediği karşı
devrimci beyaz ordu işçi devletine karşı bir iç savaş başlattı.
Bu savaşı Kızıl Ordu kazandı fakat geride bıraktığı enkaz
yükü çok ağırdı. Devrime önderlik eden işçi sınıfının en
militan kesimleri, kendi iktidarını savunmak için Kızıl Ordu
saflarında savaştılar. Devrime önderlik eden işçi sınıfının
öncü kuşağının önemli bir kısmı savaşta hayatını
kaybetti. Savaş nedeniyle kentler tahrip oldu, kıtlık sorunu boy
gösterdi. Kentlerden kırlara göç başladı. Geri kalan işçiler
ve Bolşevik Parti üyeleri de ülke idaresinin sağlanması için
işçi devletinin memuru konumuna düştüler. Bu durumda bürokratik
bir tabakanın doğmasının nesnel zemini oluştu. İşçi sınıfı
belirleyici özelliğini kaybettikçe kendisini sınıf yerine ikame
eden parti bürokrasisi gelişti. Bu bürokratik katman zaman
içerisinde bağımsız ve ayrıcalıklı bir güç olarak kendisini
var etmeye başladı.
İç savaştan başarıyla çıkan işçi
devletinin önüne bürokratlaşmanın dışında yeni bir tehlike
daha doğmuştu. Şehirleri beslemek istemeyen köylülük
sorunu..
Yeni Ekonomik Politika ( NEP) ile birlikte köylülere
istedikleri tavizler verilmek zorunda kalındı. Belli düzeyde
kapitalistleşme tavizleri verildi. Şehirlerde gıda sorununu çözmek
için girişilen bu politikanın sonucu işçi sınıfının gücünün
azalması, köylü mülk sahiplerinin gücünün artmasını sağladı.
Bu durumda bürokrasinin hem işçi devletinde hem de partide
konumunun hızlı bir şekilde gelişmesini sağladı. İç savaştan
sonra boy veren bürokratlaşma, Lenin'in ölümünden sonra gerek
parti içinde, gerekse de Sovyet iktidarı içinde keskin sınıf
savaşlarını tetiklettirdi. Bu süreçte Sovyetlerdeki üç sınıf
parti içinde de kendisini üç farklı grup olarak ifade ediyordu.
Birincisi proletaryayı temsil eden Troçki'nin önderliğindeki sol
muhalefet...
İkincisi NEP döneminin kapitalist tavizlerinin
ortamında zenginleşerek kulakları temsil eden Buharin'in
liderliğindeki sağ kanat...
Üçüncü gelişen bürokrasiyi
temsil eden Stalin'in liderliğindeki merkez eğilimdi.
Her üç eğilim de temsil ettikleri sınıfların çıkarlarına uygun politik doktrinleri savunmaktaydılar. İç savaştan sonra işçi devletinin dayandığı temel alan devrimci politik bir güç olarak işçi sınıfının büyük ölçüde kaybedilmişti. İşçi devletinin temelini oluşturan Sovyet organları işlevini kaybetmiş, bürokratik bir merciye evrilmişti. Bu durumda sol muhalefeti bu savaşta dezavantajlı konuma getirmişti. İşçi sınıfının devrimci örgütü olan sol muhalefet her baskıya ve olumsuzluğa göğüs gererek, Bolşevizmin evrensel ilkelerini, işçi sınıfının enternasyonal kızıl sancağını karşı devrimci bürokrasiye karşı savundu.
Proletarya
enternasyonalizminin bugünlere taşınmasını
sağladı.
Stalinizm
Stalinizm,
temsil ettiği bürokratik kastın çıkarlarını savunan ideolojik,
politik, örgütsel çizginin adıdır. Bu çizgi dünya Komünist
hareketine dayatıldı, bu çizgiyle muhalif olan her akım
lanetlendi.
Stalinizm, "Tek
Ülkede Sosyalizm" doktrininde
somutlanan milliyetçi sosyalizmin adıdır. İşçi sınıfının
enternasyonal devrimini sovyet bürokratik devletinin çıkarlarıyla
özdeşleştiren, devrim öncesi Menşeviklerin aşamalı devrim
programını dünya Komünist hareketine Marksizm-Leninizm olarak
sundu. Burjuvazinin bir kısmıyla ittifakı savunan Halk Cephesi
stratejileriyle Avrupa'da faşizmin yayılmasına olanak sağladı.
Sosyalizmi devletçiliğe ve ulusal kalkınmacılığa indirgedi.
Proletaryanın Sovyet organları aracılığıyla eski düzen
güçlerine uyguladığı kolektif devrimci diktatörlüğü, tek
parti diktatörlüğüne indirgendi. Tüm sovyet organları lav
edilerek yerlerine parti bürokratlarının atadığı ayrıcalıklı
bürokratik kastların diktatörlüğüne dönüştü. Buna muhalefet
eden Bolşevikleri ve devrimin tüm önder kadrosunu tasviye ederek,
karşı devrim süreci yaşandı. Muzaffer Ekim devriminden geriye
bürokratik, totaliter bir diktatörlük kaldı.
Sürekli
Devrim
Kapitalizm
kendisini küresel düzeyde egemen üretim biçimi olarak
örgütlemiştir. Emperyalizm çağıyla birlikte kapitalizmin hüküm
sürmediği, egemen üretim biçimi olmadığı yer kalmamıştır.
Küresel bir sistem olan kapitalizme karşı mücadele ona küresel
bir medeniyet alternatifiyle cevap vermekten geçmektedir. Bu
bağlamda, sosyalist devrim için olgunlaşmış ülke olgunlaşmamış
ülke ayrımının hiçbir geçerliliği yoktur. Burjuva unsurlardan
ilerici devrimci bir atılım beklenemeyeceği gibi, burjuva
demokratik devrimin sorunları da ancak proleter bir iktidar altında
gerçekleşebilir. Burjuvazi küresel düzeyde insanlığın
gelişiminin önünde engel teşkil eden gerici bir sınıftır. Tek
devrimci sınıf proletaryadır. Proletaryanın ideolojik, siyasal
önderliğinde gerçekleşmeyen her devrimci kalkışma, sınıf
uzlaşmacılığına ve kapitalizmin sınırları içine hapsolmaya
mahkumdur.
Küçük burjuva milliyetçi sol iktidarlar ya da
proletaryanın hegamonyası altında gerçekleşmeyen her ittifak
burjuvaziyle işbirliğiyle sonuçlanmaya gebedir. 20. yüzyılda
Stalinizm dünya Komünist hareketine dayattığı aşamalar teorisi,
dünya devriminin boğulmasına kaybedilen devrimler listesinin
yapılmasına, dünya işçi sınıfının kapitalizme mahkum
olmasına yol açmıştır. Proleter devrimin önüne türlü türlü
aşamalar koyan, işçi sınıfını burjuva kliklerle ittifaka,
uzlaşmaya davet eden
anlayışlar
2. Enternasyonal oportünizminin mirasıdır.
Geri kalmış
bir ülkede dahi, burjuva demokratik devrimin sorunları ( toprak
sorunu, ulusal sorun, kalkınma, bağımsızlık) ancak proleter
devrimle çözülebilir. Çünkü tüm bu sorunların çözümü
mülkiyet ilişkilerini değiştirmekten geçmektedir. Devrim burjuva
demokratik görevleri yerine getirmekle sınırlı kalmayacak,
proleter devrim programını hayata geçirmek zorunda kalacaktır.
Geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrimin iç çelişkilerinin
çözümü devrimin sürekliliğine başka ülkelere coğrafyalara
yayılmasına bağlıdır. Sosyalist devrim süreci ulusal arenada
başlayıp, uluslararası arenada hayat bulacak, dünya ölçeğinde
sonlanacak bir süreçtir. Bu süreci ulusal sınırlar içine
hapsetmek veya enternasyonal niteliklerini göz ardı etmek
kapitalizme hayat öpücüğü vermektir. Kapitalizmden komünizme
geçiş bütünsel bir süreçtir, parçalara bölünemez, aralarına
çin sedleri çekilemez. Yerel ölçekte başlayan proleter devrimin
kaderi uluslararası devrimlere bağlıdır. Gerek gelişmiş
kapitalist ülke olsun, gerekse de geri kalmış kapitalist ülke
olsun nihai zaferi sağlayacak tek strateji sürekli devrimdir.
Emperyalizm
ve Emperyalizme Karşı Mücadele
Emperyalizm
ne tercih edilen bir dış politikadır nede yayılmacılıktır.
Emperyalizm kapitalist gelişmenin en üst aşamasıdır. Emperyalizm
kapitalizmin dünyada bütünsel bir sistem hâline gelmesinin,
kendisini küresel bir sisteme dönüştürmesinin adıdır.
Emperyalizm sermaye egemenliğine dayanan eski kapitalizmin yerini
mali sermaye egemenliğine bıraktığı dönemin adıdır. Mali
sermaye, üretim yoğunlaşması, banka sermayesiyle, sanayi
sisteminin iç içe geçişi kaynaşmasıyla oluşmuş olan
kapitalist aşamadır.
Emperyalizm kapitalizmden ayrı
bağımsız bir olgu olarak ele alınılamaz. Emperyalizmi
kapitalizmden ayıran veya birbirinden izole şekilde gerçekleşen
her kavrayışın siyasal sonucu sınıf uzlaşmacılığına ve dar
milliyetçi duvarlara hapsolarak döner. Çünkü emperyalizm
kapitalizmin sürekliliğinin önlenemez bir sonucudur. Varlığını
tekeller arasındaki rekabet üzerinden yükselten emperyalizmin
kaçınılmaz sonuçlarından biriside savaşlardır. Lakin savaşlar
emperyalizmin sonuçlarından yalnızca birisidir, tamamı değildir.
Uluslararası bir iş bölümü temelinde eşitsiz ama birleşik
gelişen kapitalizm, eşitsizliği karşılıklı bağımlılık
olarak yeniden ürettiği ve içinde tüm kapitalist ülkeleri
sermaye ve ordusunun gücü oranında bir hiyerarşi oluşturduğu
küresel piramittir.
Emperyalizm çağının temel
özelliklerinden biriside, bütün ülkelerin ekonomilerinin
birbirine bağlanması ve içi çe geçmesinde düğümlenmektedir.
Bu durumun önlenemez bir sonucu ise tekelleşmenin üst boyut
kazanması, proleter kitlelerin büyümesi, küçük mülk
sahiplerinin hızla erimesidir. Kapitalizmin bir dünya sistemine
dönüşünün adı olan emperyalizm ise kapitalizmden komünizme
geçiş koşullarının olgunlaştığına işarettir. O yüzdendir
ki; emperyalizm çağı aynı zamanda proleter devrimler
çağıdır.
Emperyalizmi
Dışsal Bir Olguya İndirgemenin Siyasal Sonuçları
Emperyalizmi
dışsal bir olguya, kolonyalizmin yeni bir türüne, emperyalist
metropollerin tek yönlü egemenliğine indirgeyen, onu tercih edilen
bir çeşit dış politika olarak tarifleyen anlayış Türkiye
sosyalist hareketinde yaygın bir eğilim olarak kendisini var
etmektedir. Bu eğilimler Lenin sonrası Stalinci bürokrasinin dünya
komünist hareketine dayattığı ögretiler toplamıdır. Bu
öğretiler emperyalizmi teorik ve politik olarak yayılmacılığa
indirger, emperyalist metropoller dışında kalan tüm ülkeleri
yarı sömürge olarak tanımlayarak komünist devrimcilerin hedefi
olan proleter devrimin önüne ulusal bağımsızlığı koyar,
Anti-Emperyalizmi, emperyalizmden bağımsızlaşması gereken bir
kapitalizm olarak tarifler. Kapitalist işleyişin önlenemez
gelişiminin sonucu olarak emperyalizmi görmeyi reddeden Kautsky’ye
Lenin şöyle cevap vermekteydi:
"Emperyalizmi
kapitalizmin bir evresi olarak görmeyi reddeden Kautsky, onu mali
sermayenin tercih ettiği politika, yahut sanayileşmiş ülkelerin
tarımsal alanları ilhak etme eğilimi olarak tanımlar. Kautsky’nin
bu tanımı teorik bakımdan mutlak suretle yanlıştır.
Emperyalizmi ayırt eden sınai değil, mali sermayenin
egemenliğidir; yalnızca tarımsal değil bütün ülkeleri
egemenlik altına alması eğilimidir. Kautsky emperyalizmin
siyasetini iktisattan, tekelden, politikadan koparmaktadır."
-Lenin
Kaustky’nin
emperyalizmi bu yönlü yapboz gibi parçalara bölen teorisindeki
niyeti bellidir. Kapitalizmin barışsal bir aşamaya geldiğini öne
sürerek barışçıl yollarla sosyalizme geçişin mümkün
olacağını savunmaktadır. Buradaki amaç önce kitleleri pasifize
etmek, ardından sosyal yurtseverlik adı altında işçi sınıfını
burjuva saflarda anayurt savunmasına sokmaktır. Kautsky gibi yapay
ayrımlarla emperyalizmi kapitalizmden ayrı tutan bir emperyalizm
kavrayışının bir benzeri, Lenin sonrası Kominterni ele geçiren
Stalinci bürokrasi tarafından da dünya komünist hareketine
dayatıldı. Bu anlayışa göre burjuvazi ikiye bölünmüştür.
Komprodor burjuvazi; yani çıkarı emperyalist burjuvaziyle uzlaşan
kanat, bir de komprodarlaşmamış burjuvazi vardır, bunların
çıkarları emperyalist dünya sistemine entegre olmaktan yana
değildir. İşte bu milli burjuvaziye Anti Emperyalist, ilerici,
yurtsever gibi nitelikler atfedilerek onu emekçi sınıflarla
müttefik olarak görmekteydiler. Bu kavrayışın hazin sonu
Bolşevizmin tüm öğretilerinin çöpe atılmasıydı. Lenin
döneminde emperyalizm proleter devrimler çağı olarak
nitelendirilmiş, tek devrimci sınıf olarak işçi sınıfı tayin
edilmiş, burjuvazinin tüm ilerici barutunu kaybettiği saptamaları
hakimdi. Bolşevik anlayış Stalinci bürokrasi tarafından terk
edilerek yerine sınıf uzlaşmacılığına dayalı bir perspektif
dünya komünist hareketine dayatılmıştır. Stalinci perspektifin
tezahürü; ulusal demokratik cephe, Anti Emperyalist demokratik
cephe, halk cephesi gibi özünde işçi sınıfını burjuva saflara
yedekleyen, proleter devrimleri çıkmaz ayın son çarşambasına
erteleyen oportünist anlayış olarak boy gösterdi. Stalinci
bürokrasinin öne sürdüğü bu perspektiflerdeki anlayışın
amacı belliydi: Dünya devrimini boğmak, küresel bir sistem olan
sosyalizmi ulusal bir kalkınma modeline çeviren bürokratik rejim
inşa etmekti. Bu kavrayışlar hala Türkiye sosyalist hareketinde
yaygın olan eğilimlerdir. O yüzdendir ki; emperyalizm hala bir tür
kolonyalist yayılmacılık olarak görülmekte, ABD ve birkaç AB
ülkesi dışında kalan tüm ülkeleri sömürge, yarı-sömürge
statüsünde gören eğilim hakimdir. Bu emperyalist metropollerle
çıkarları çatışan tüm burjuva devletleri hatta emperyalist
ülkeleri dahi Anti-Emperyalist olarak selamlama eğilimi hakimdir.
Emperyalizmi sadece saldırgan bir dış politikaya indirgemekle, ona
karşı mücadeleyi de ulusalcı temelde bağımsız eksenli bir hat
üzerinden yürütülmektedir. Oysaki emperyalizm birbirine geçmiş
iktisadi ilişkilerin kopmaz ve vazgeçilmez bir parçası olan mali
sermayenin yayılmacılığının getirdiği karşılıklı çıkar
ilişkilerine bağlı siyaset anlayışları birbirinden ayrılamaz.
ABD’nin çıkarları (belirleyici ağırlıkta olması bir yana)
ile ister emperyalist hiyerarşinin altında yer alsın, ister
ortasında, ister emperyalist hiyerarşinin üstünde yer alsın
çıkarları iç içe geçmiştir. Mali sermaye için nüfuz
alanlarını pay etmek bu işin taksimi de iktisadi ve askeri güç
doğrultusunda gerçekleştirilmektedir. Pastadan büyük payı
alanda küçük payı alanda bu paylaşımın ortağıdır.
Emperyalizm, sermayenin vatanının olmadığı kendisini nerede
üretiyorsa oraya aktığı küresel sistemdir. Bu sisteme karşı
mücadele ulusal kurtuluşçu, dar milliyetçi bir perspektifle
değil, enternasyonal sınıf savaşı perspektifiyle
verilir.
Emperyalist
Savaşlar ve Devrimci Tutum
Enternasyonal
Marksistler halklar arasındaki savaşların daima karşısında yer
almışlardır. Bu savaşları burjuva çıkarlar uğruna emekçi
halkların birbirine kırdırılması olarak tanımlayarak, savaşın
yarattığı şoven, milliyetçi dalgaya cephe almışlardır.
Enternasyonal Marksistlerin savaşa karşı tutumu, burjuva
pasifistlerden anarşistlerden her zaman farklı olmuştur.
Enternasyonal Marksistlerin savaşa karşı tutumu tüm savaş
karşıtı eğilimler arasından ayırt edici niteliklere sahiptir.
Enternasyonal Marksistler savaşları ikiye ayırırlar:” Haklı
savaşlar, Haksız Savaşlar”
Enternasyonal Marksistler iki
türden savaşı haklı savaş olarak görürler. Birincisi;
Emekçilerin burjuvaziye karşı verdiği devrimci sınıf
savaşı.Yani emekçi sınıfların ve ezilenlerin devrimci
yöntemlerle burjuva devleti imha edip, yerine sovyet organları
aracılığıyla kendi iktidarını inşa etme sürecidir. İkincisi
sömürgeleştirilmiş ezilen ulusların, sömürge burjuva
devletlere karşı vermiş oldukları bağımsızlık veya ulusal
statü kazanma savaşı ( Antisömürgeci savaş). Bunlar dışındaki
tüm savaşları haksız savaşlar olarak tanımlarlar. Lenin’e
dönecek olursak” Sosyalistler halklar arasındaki savaşları
daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim
savaşa karşı tutumumuz burjuva pasifistleri ile anarşitlerden
farklıdır. Her şeyden önce, biz bir yandan savaşlar ile öte
yandan bir ülke içindeki sınıf savaşları arasındaki ayrılmaz
bağlılığı; sınıfların ortadan kaldırmadığı sürece
savaşların ortadan kaldırmasının olanaksızlığını; ve iç
savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini
tamamen kabul ederiz.”
Lenin birinci cihan harbinin
başladığı İkinci Enternasyonal’in sosyal şoven ihanetinin
yaşandığı dönemde sosyalizm ve savaş manifestosunun girişinde
Bolşeviklerin savaş karşısındaki tutumunun ana perspektifini bu
şekilde tanımlamaktaydı. Buradan çıkarılacak tarihsel
perspektif şudur: Enternasyonal Marksistler soyut bir barış
taraftarı değildir, pasifistlerden ve diğer savaş karşıtı tüm
akımlardan temel ayırt edici yönü burada
somutlanmaktadır.
Enternasyonal Marksistler tutarlı bir
barış taraftarı olmanın yolunu savaşı yaratan ve temel
gıdalarından birisi savaş olan burjuva hegamonyanın küresel
tezahürü olan emperyalist-kapitalist düzenin imhası için savaş
vermekten geçtiğini savunmaktadırlar.
Bunun
kaçınılmaz yolunun devrimci bir iç savaştan geçmekle birlikte
bu durumun politik ve örgütsel duruşla bütünleşmesi
gerekmektedir.
Barış
Sloganı, Sosyal Pasifizm ve Enternasyonal Devrimciler
Fiili
savaş atmosferi doğana kadar yığınların ezici çoğunluğu
barıştan yanadırlar. Savaş atmosferiyle milliyetçi, şovenist
gerici dalga doruğuna ulaşır. Bu koşullarda barış talebinin
kitleselleşmesi savaşın gerici niteliğine karşı bir protestonun
yeşerdiğini ve milliyetçi atmosfere karşı bir bilincin
geliştiğinin göstergesidir. Enternasyonal Marksistler bu oluşan
tepkiyi devrimci bir çizgiye çekmek için mücadele yürütürler.
Kitle kuyrukçuluğuna düşmek yerine, kitlelere devrimci iç savaş
propagandası yaparlar. Emperyalist-kapitalist sistem içerisinde
barış yeni savaşlar için hazırlıktan başka bir şey değildir.
Barışın hakim olduğu bir dünya emperyalist-kapitalizmin aşıldığı
bir dünyadır. Bunun biricik yolu da proleter dünya devrimi için
savaşmaktan geçmektedir. Enternasyonal Marksistler pasifist ahlaki
barış söylemlerini mahkum ederler. Çünkü pasifist ahlaki barış
söylemleri, savaşın niteliğini ve karakterini gizlemektedir.
Savaşı sadece bir kısım devletlerin kötü dış politikalarına
indirgemiş olmakta, böylece savaşsız bir kapitalizmin mümkün
olduğu dolaylı yoldan savunulmaktadır.
Lenin’e dönecek
olursak” Barış sloganını kabul edip tekrarlamak iktidarsız (
ve genellikle daha kötüsü: ikiyüzlü) laf ebelerinin tantanalı
havalarını cesaretlendirmek anlamına gelecektir, bu şimdiki
hükümetlerin ve egemen sınıfların seri halde devrimler yoluyla
esaslı bir ders almadan ( daha doğrusu bertaraf edilmeden)
demokrasi ve işçi sınıfını tatmin edecek bir barış
yapabilecekleri hayaliyle halkı kandırmak anlamına gelecektir. Bu
çeşit aldatmalardan daha zararlı bir şey olamaz.”
Kalıcı
bir barışı gerçekten kazanmanın yolu burjuva devlete karşı
verilecek devrimci iç savaşı göze almaktan geçmektedir.
Tekrar
Lenin’e dönecek olursak: ” İyi yüzlü laf ebelerinin
demokratik bir barış ihtimalinden söz ederek halkı kandırmalarına
izin vermek yerine, sosyalistler kitleleri her ülkede kendi
hükümetlerine karşı devrimci bir mücadele vermeden ve seri halde
devrimler olmadan demokratik barışı andıran herhangi bir şeyin
olmasının olanaksız olduğunu anlatmalıdırlar.”
Devrimci
Marksistler savaş gündemlerinde liberal pasifistlerle, sosyal
şovenlere karşı sert siyasal savaş vermek zorundadır. Çünkü
bu iki eğilimin de temel gıdalarından biri savaş olan
emperyalist-kapitalist sisteme hayat öpücüğü vermektedir.
Muzaffer Ekim devriminin dünya arenasına taşınmasının aracı
olarak kurulan Komünist Enternasyonal’e katılmanın 21 koşulundan
6’sı şuydu: Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her
parti, sadece açık yurtseverliğe değil, iki yüzlü ve sahte
sosyal pasifizmi ( barışçılık) de teşhir etmekle yükümlüdür;
kapitalizmin devrimci yoldan yıkılmadıkça ne uluslararası hakem
mahkemelerinin, ne silahların sınırlanmasına ilişkin
tartışmaların, ne de Milletler Cemiyeti’nin demokratik tarzda
düzeltilmesinin hiçbir zaman yeni emperyalist savaşları
önlemeyeceğini işçilere sistemli bir şekilde
anlatmalıdır.”
Sosyal
Şovenizm Nedir?
Sosyal
şovenizmin ne olduğunu sağlıklı bir şekilde tanımlamak için
şovenizmi tanımlamakla başlamak gerekir. Şovenizm, kendi ulusal
üstünlüğü doğrultusunda tarih, edebiyat vs yazını olan ve
sürekli olarak bu üstünlüğü tehdit eden iç ve dış düşmanlar
yaratan ve bu düşmanlara karşı hedef gösteren savaş
çığırtkanlığı yaratan bir dil kullanarak yığınları burjuva
saflarda toplamaya çalışan egemen sınıf ideolojisidir. Şovenizm
burjuvazinin iktidarının devamı için rıza üretme mekanizmasını
oluşturan en etkili silahlardan birisidir. Burjuvazi kendi
çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış gibi lanse etmeye
çalışır. Bunu başarabildiği ölçüde iktidarının bekasını
sağlamış olur. Kendisini ulus-devlet şeklinde örgütleyen
burjuvazi, emekçi kitlelerin sınıfsal düşünmesini engellemek
için milliyetçilik bombardımanına hiçbir zaman ara vermez.
Burjuva çıkarlar için emekçi kitlelerin savaşlara sokulması
dönemi geldiğinde şovenizm en üst boyutlara ulaşır. Şovenizm
zehri yalnızca emekçi kitlelere burjuvazinin fraksiyonları
tarafından taşınmaz. İşçi sınıfı ve sosyalist saflarda olan
oportünist akımlar aracılığıyla da bu işi
gerçekleştirmektedirler. Bu akımlar kendilerini sosyal
yurtseverlik adı altında var ederler. Oportünizm ile
sosyal-şovenizmin ideolojik ve politik özü aynıdır. Sınıf
savaşları yerine sınıf işbirliğini, burjuva devletin imhası
yerine onun demokratikleştirilmesini savunurlar. Savaş döneminde
kendi burjuva devletini desteklerler, işçileri yurtseverlik adı
altında burjuva saflarda anavatan savunmacılığına
iterler.
Dünya işçi sınıfı sosyal şovenizmin en ağır
yıkımını 1914 yılında patlak veren birinci cihan harbinde
yaşamıştır. Dünya işçi sınıfının kitlesel örgütü olan
İkinci Enternasyonal’in en güçlü seksiyonu Almaya Sosyal
Demokrat İşçi Partisiydi. Partinin önderi Karl Kausky ise
Marksizmin papası olarak tanımlanmaktaydı. 1914 yılında Kausky
önderliğindeki İkinci Enternasyonal partileri savaş kredilerini
onaylayarak işçi sınıfını kendi burjuvazisinin arkasında
anavatan savunmacılığına davet etmekteydi. Teoride sosyalist olan
İkinci Enternasyonal pratikte sosyal şovendi. Bu ihanet
enternasyonali dağıtmış, işçi sınıfını şovenizmin batağına
sokarak farklı milletlerden emekçi yığınların burjuva çıkarlar
uğruna birbirlerini boğazlamasını ve tüm savaşların yıkımının
işçi sınıfının omuzlarına yüklenmesini sağlamıştır.
Sosyal Şovenizmin işçi hareketine ve sosyalist hareketin saflarına
sokulması bu döneme tekabül etmektedir. Bir asırdan fazla bir
zamandır işçi sınıfı saflarında sosyal şovenist akımlar
varlıklarını sürdürmektedir. Türkiye sosyalist hareketinde
sosyal şovenist eğilimler epey güçlüdür. Bugün hâla gerek
ulusal gerekse de uluslararası düzeyde sosyalist saflarda etkili
bir şekilde varlık gösteren İkinci Enternasyonal geleneğiyle
hesaplaşmak için onun çöküşünü hazırlayan tarihsel
nesnelliği mercek altına almamız gerekmektedir.
İkinci
Enternasyonal’in Çöküşünü Hazırlayan Tarihsel
Nesnellik
İkinci
Enternasyonal’in sosyal şovenizme teslim olmasını salt
yöneticilerin hainliğiyle açıklamak her şeyden önce Marksizmin
inkarı olur. Çünkü tarih bireylerin olumlu olumsuz niyetleri
üzerinden ilerlemez. Tarihi ilerleyişini sağlayan sınıflar
mücadelesidir. Tüm tarihsel figürler bir sınıfın temsilcisi
olarak tarih sahnesinde boy göstermiştir. Sağlıklı bir analiz
yapmak için, bu çöküşün nesnelliğini hazırlayan tarihsel
süreci, bu oportünist eğilimin yaslandığı sınıfsal eğilimi
irdelemek elzemdir. Bunun içinde İkinci Enternasyonal’in nasıl
bir zemin üzerinde kurulduğunu, nasıl bir örgütsel yapıya sahip
olduğunu, bu örgütsel yapı içinde sürekli olarak kendisini var
eden oportünist eğilimin tarihsel evrimini mercek altına alarak
başlayabiliriz. İşçi sınıfı tarih sahnesine çıktığından
beri, burjuvaziye karşı verdiği tüm mücadeleler aynı zamanda
nasıl bir teşkilatlanma sorusuna cevap arayarak, kendisini bu
alanda geliştirerek, bir sonraki kuşaklara pratiğin içinde
sınanmış tecrübeler bırakarak ilerlemiştir. Komünistlerin
Birliğinden, Dördüncü Enternasyonal’e bu teşkilatlanma
deneyimleri küresel düzeyde hayat bulmuştur. İşçi sınıfının
ilk enternasyonal teşkilatı olan Birinci Enternasyonal bugünkü
anlamıyla bir partiden çok; işçi birliği, dernek, sendika
tarzında örgütlenmelerdi. Birinci Enternasyonal burjuvazi
karşısında işçi sınıfından yana olan tüm akımların
kitlesel teşkilatıydı. Özellikle Paris Komünü yenilgisinden
sonra Birinci Enternasyonal kendi içindeki farklı eğilimlerin
kaçınılmaz bir sonucu olarak bölünmeler ve dağılmalar sonucu
yaşamıştır. İkinci Enternasyonal’in inşası, Birinci
Enternasyonal’den farklı olarak kendisini sosyalist olarak
tanımlayan tüm fraksiyon ve eğilimlerin ortak çatı partisi
olarak kendisini var etmiştir. Bugün sosyalist solda tartışılan,
zaman zaman kurulan çatı partisi, grup partisi modellerinin kökeni
İkinci Enternasyonal’e dayanmaktadır. İkinci Enternasyonal'in
tarihi boyunca içinde, uzlaşmacı, reformist, sosyalizme barışçıl
yoldan ulaşmayı savunan, burjuva devletin imhası yerine, onun
demokratikleştirilmesini savunan, işçi sınıfına güvenmeyen
eğilimler her zaman var oldu. 1871-1914 döneminin nesnel koşulları
oportünizmin güç kazanmasına olanak sağladı. Legal burjuva
olanakların gelişmesiyle, legalizme tapma, parlamenterizm eğilimi
doğrultusunda, burjuva düzene tam entegrasyonun olanaklarını
yarattı. İşçi sınıfının içinde gelişen aristokrat katmanlar
ve sendikalar içinde sınıfının üstünde yer alan bürokratik
katmanların yeşermesine olanak sağladı. İkinci Enternasyonal
partileri; küçük burjuvazi, işçi aristokrasisi, sendikal
bürokrasi içinde bir çekim merkezi hâline geldi. İşte İkinci
Enternasyonal’in oportünist, sosyal şoven eğilimlerinin
yaslandığı, siyasal sözcülüğünü yaptığı sosyal tabaka
bunlardır. Sözü Lenin’e bırakacak olursak” Oportünizm ile
sosyal şovenizmin ekonomik temeli aynıdır. Ayrıcalıklı
işçilerin önemsiz bir kesimi ile kendi ayrıcalıklı durumlarını
savunan küçük-burjuvazinin ortak çıkarlarını; yani kendi
ulusal burjuvazinin, egemen ulus durumundan paylarına düşecek
kırıntılar….
Oportünizm ile sosyal şovenizmin ideolojik
ve politik özü aynıdır; sınıf savaşımı yerine sınıf
işbirliği, savaşın devrimci anlamını yadsıma; güçlüklerden
bir devrim için yararlanmak yerine zor duruma düşen kendi
hükümetine yardımcı olmak.”
Söylemde sosyalist olan
İkinci Enternasyonal 1912’de Basle bildirisini imzalamıştır.
Bildiride, büyük devletlerin emperyalist politikalarının bir
sonucu olarak kapitalistlerin çıkarları ve hanedanların tutkuları
için çıkartılan böyle bir savaşın, halkın çıkarları
yönünden haklı gösterilmesine olanak bulunmadığı açıkça
belirtilmişti. Basle bildirisi savaşın patlaması durumunda
sosyalistlerin kapitalizmin devrilmesini hızlandırmak için savaşın
neden olacağı ekonomik ve politik bunalımdan yararlanılması
gerektiği yani sosyalist devrim için kendi burjuva devletine karşı
sınıf savaşını öngörmekteydi. 1912 Basle Kongresi kararlarını
alanlar, bildiriyi imzalayanlar, 1914’te savaş patlayınca kongre
kararlarını çöpe atarak burjuvazinin saflarında anavatan
savunmacılığına savruldu. Savaş karşısında ki bu tutum İkinci
Enternasyonal’in iflası oldu.
Emperyalist
Savaş Karşısında Enternasyonal Marksizmin Temel Ayracı: Devrimci
Yenilgicilik
Komünist
Enternasyonal’in inşa edilip ilk (4) kongre kararlarının
alınmasıyla birlikte Bolşevizmin evrensel ilkeleri somutlanmıştır.
Bolşevizm Marksizmin eylem haline bürünmüş halidir. Emperyalizm
çağını, Marksizmin öğretilerine sadık kalarak yorumlayıp buna
uygun örgütlenme araçları yarattığı için Marksizmi
geliştirmiştir. Bolşeviklerin İkinci Enternasyonal’den kopuşu,
Ekim devrimine giden sürecin siyasal önderliğinin inşasının,
Bolşevizmin evrensel devrimci bir akıma dönüşmesinin yolunu
açmıştır. Bu sürecin temeli savaş karşısında alınan tutum
üzerinden şekillenmiştir. Savaş karşısında Enternasyonal
devrimci tutumun temel ayracı devrimci yenilgicilik teorisinde
cisimleşmektedir. Savaş gündeminde devrimci yenilgicilikten
bahsetmemek, buna uygun siyasal faaliyet ve örgütsel yapı
oluşturmamanın kaçınılmaz sonucu sosyal şovenizme ve sosyal
pasifizme saplanmaktır. Devrimci yenilgicilik görüşünün özü,
bir ülkedeki komünistler, devrimciler, emperyalist savaşta yada
burjuvazinin kendi çıkarları için yürüttüğü uluslararası
savaşlarda kendi burjuvazisine karşı uzlaşmaz bir mücadele
yürütmeyi sürdürmeli, kendi ülkesinin yenilgiye uğraması
ihtimaline aldırmadan, hatta kendi ülkesinin yenilgisini sağlayacak
bozguncu faaliyette bulunarak, savaşın yaratmış olduğu yıkımdan
faydalanarak, bu savaşı devrimci bir iç savaşa çevirmeyi
hedefler. Enternasyonalizmin en somut kıstası; önce başka
ülkelerin burjuvazisine karşı çıkıp, kendi ülkesinin
burjuvazisinin açık veya üstü örtük desteğini almak yerine,
önce kendi ülkenin burjuvazisine ve milliyetçiliğine karşı
mücadele edip diğer ülkelerin işçi sınıfına da aynı yolu
göstermektir. Tutarlı bir enternasyonal devrimci olmanın yolu
kendi ülkendeki sağlı sollu tüm milliyetçiliklerle hesaplaşmak,
mücadelenin merkezine kendi burjuva devletini koymaktan geçmektedir.
Bir ülke savaşa girdiğinde, sosyalist hareketinin önemli bir
kısmı “Hepimiz Yurtseveriz” nidalarıyla, kendi burjuva
devletini ama açıktan, ama örtük şekilde desteklemektedir. Bunun
sonucunda farklı uluslardan işçi ve emekçilerin, burjuva çıkarlar
uğruna birbirini boğazlaması, savaşın tüm yıkımının işçi,
emekçi yığınların omuzlarına yüklenmesini sağlamaktadır.
Kendi burjuva devletinin de güçlenmesini, vatan savaşı adı
altında tüm toplumun burjuva saflara yedeklenmesine yol açmaktadır.
Proleter bakış açısına göre, anavatan savunmasının kabul
edilmesi, mevcut savaşın meşrulaştırılması, haklı bir savaş
olduğunun kabul edilmesi demektir. Lenin’in tabiriyle” Bir
proleter, “vatana ihanet” etmekten, kendi emperyalist büyük
gücün yenilgisine hatta parçalanmasına katkıda bulunmadan ne
kendi hükümetine darbe vurabilir nede kardeşine bizimle savaş
içinde olan yabancı ülkelerin proleterlerine gerçekten el
uzatabilir”
Emperyalist
Savaş, Devrimci Durum, Devrimci İç Savaş
Makalemiz
boyunca savaş karşısında Enternasyonal Marksist bir tutum almanın
yolunun anavatan savunmacılığına ve pasifist bir barış
şöylemine cephe almaktan geçtiğini, savaşa karşı devrimci
tutumun sınıf savaşında ve savaşı devrimci bir iç savaşa
çevirmekte düğümlendiğinden bahsettik. Makalemizin bu bölümünde
savaşların neden devrimci durum olanakları yarattığını, neden
devrimci iç savaş perspektifinin en gerçekçi tutum olduğunu
irdeleyeceğiz. Savaş, siyasetin şiddet yöntemiyle
sürdürülmesidir. Bu yöntemin barış döneminden farkı şudur:
Savaş dönemleri, sınıf savaşlarının en keskin halidir.
Burjuvazi emekçilere ve ezilenlere normal zamanlardaki saldırının
en sertini gerçekleştirir. Burjuvazi savaş harcamalarını
karşılamak için yığınlara ekonomik yıkımın en sert halini
yaşatır. Emekçi yığınların yaşam koşullarında üst düzey
yıkımlar yaratmakla kalmaz, kendi burjuva çıkarları için emekçi
yığınların canlarını da ipotek altına alır. Emekçi yığınları
cepheye sürerek fiziksel yıkımları da gündeme getirir. Bunu
gerçekleştirirken, aykırı seslerin eyleme dönüşmesini
engellemek için tüm demokratik hak ve hürriyetleri askıya alır.
Savaş dönemlerinde ilk olarak medyada sansür uygulanır. Savaşın
yarattığı milliyetçi şoven dalgaya alkış tutmayan tüm medya
tasviye edilmeye çalışılır. Savaş dönemlerinde; grev, eylem,
tüm hak arama girişimleri, normal zamanda demokratik olan her şey
yasaklanır. Kısacası savaş dönemlerinde en demokratik burjuva
devletler dahi, ultra otoriter eğilimlere bürünürler. Her şeyden
önce savaş dönemlerinde olağanüstü bir işleyiş söz
konusudur. Savaşın gidişatı doğrultusunda toplumsal altüst
oluşlar, iç savaşlar, devrimci durumlara gebe olan bir sürece
girilir. Savaş, sınıf savaşlarının en keskin hali olsa da, aynı
zamanda şovenizmin, ırkçılığın, yığınlardaki tüm geri
bilincin tavan yapmasını sağlar. Ne var ki, bu durum savaşın ilk
zamanlarında hakim olan eğilimdir. Süreç ilerledikçe,
cephelerden bozgun haberleri geldiğinde, cephe gerisinde ekonomik
yıkım, işsizlik, yoksulluk tüm soğuk yüzünü hissettirdiğinde
tüm özgürlüklerin kısıtlanmasında kitleleri boğma süreci
yaşatır. Bu çelişkiler kitlelerde, savaşın sermayenin çıkarları
için olduğu, savaşın emekçilerin savaşı olmadığı bilinci
gelişebilir. Bu bilincin ürünü olarak burjuva devlete karşı
kabaran öfke eyleme dönüşebilir. Bu eylemler kitlesel bir boyut
kazandığı ölçüde egemen güçlerde yönetememe sorunu ve bu
sorunun önlenemez sonucu olarak devrimci durumlar güncelleşir. Tam
da bu noktada savaşa karşı devrimci iç savaş perspektifi somut
bir gerçekliğe dönüşür. Devrimci durum oluştuğunda, iki yol
ortaya çıkmaktadır: Egemen sınıflardaki yönetememe krizini
derinleştirip devrimci bir iç savaşa dönüştürerek
proletaryanın iktidarın fethini sağlamak yada oluşan krizin
yarattığı devrimci olanakları ulusalcılık zehriyle anavatan
savunmacılığına veya sosyal pasifizme hapsederek burjuva devleti
imhadan kurtarmak. Bu sürecin üçüncü bir ara yolu yoktur.
Milliyetçi dalgayı bertaraf etmek için, kitlelerde oluşan öfkeyi
sınıf savaşına çevirmek ve devrimci duruma sürüklemek için
devrimci partiye hava kadar su kadar ihtiyaç vardır. Devrimci
önderliğin yokluğunda savaşın yarattığı tüm devrimci
olanakların heba olması kaçınılmazdır.
İllegal
Örgütün Önemi
Sınıf
savaşlarının en keskinleşmiş hali olan savaş dönemlerinde
burjuva devletler gündelik hayatın her alanında en sert hallerini
gösterirler. Burjuvaziye karşı aynı sertlikte bir sınıf savaşı
örebilmek için, burjuvazinin düzeninin denetiminin dışında bir
teşkilatlanmaya ihtiyaç vardır. Savaş döneminde en demokratik
burjuva cumhuriyetler dahi, ultra otoriterleşme süreçlerine
girerler. Bu koşullarda burjuvazi kendi yasalarını dahi ayaklar
altına aldığı bir süreç yaşanır. Bu koşullarda devrimci
savaş yöntemlerini tartışmak ve bunları pratiğe geçirmek,
ajitasyon, propaganda ve örgütlenme faaliyetlerinde bulunmak için
illegal bir örgüte olan ihtiyaç yaşamsaldır. Bu koşullarda
legalizmin kölesi olmak, legalite dışındaki tüm mücadele
yöntemlerini küçümsemek sosyalizme ihanettir.
Savaş
ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı
Savaş
karşısında Enternasyonal Marksist perspektifin şekillenmesindeki
temel ayraçlardan birisi de ezen ve ezilen ulus sorununa
yaklaşımdır. Ezilen sömürge bir ulusun kendi ulus devletini
kurmak için veya ulusal statü kazanmak için vermiş oldukları
anti sömürgeci savaşları Enternasyonal Marksistler haklı ve
meşru savaşlar olarak tanımlarlar. Ezilen ulusların kendi
kaderlerini tayin etme hakkını savunurlar. Eğer bir ezilen ulusun,
kendi başına, ezen ulus devletinden kurtuluş olanağı
yadsınıyorsa, bu kendi burjuvazisinin ayrıcalıkları için
sürdürülen kavga anlamına gelmektedir. Kendi burjuva devletinin
ilhaklarına, sömürgelerine karşı tutum almadan başka ülkelerin
ilhaklarına karşı çıkmak, başka sömürge ulusların özgürlük
mücadelesini desteklemek iki yüzlü sosyal şovenizmdir.
Ulusal
Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları
20.
yüzyılda sömürge ulusların önemli bir kısmı kendi ulus
devletlerini kurmuş olsalar da hâlâ günümüzde çözülmeyi
bekleyen ulusal sorunlar vardır. Kendi ulus devletlerini kuramamış
sömürge ulusların bağımsızlık savaşları, ulusal statü
kazanma savaşlarını Enternasyonal Marksistler haklı savaşlar
olarak tanımlayıp desteklerler. Enternasyonal Marksistler her
durumda ezilenlerin yanındadır. Başkasını ezen bir ulusun işçi
sınıfının asla özgür olamayacağını savunurlar. Bu öğreti
doğrultusunda Enternasyonal Marksistler, ezilen ulusun mücadelesinin
ve taleplerinin haklılığını, egemen ulusun işçi sınıfı
içinde sistematik bir şekilde propagandasını gerçekleştirir.
Ezilen
ulusa karşı burjuva devletin tüm sömürgeci, ırkçı, milliyetçi
politikalarının karşısında yer alır.
Enternasyonal
Marksistlerin ulusal sorun konusundaki ana referansı UKKTH
(Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) ilkesidir. Ezilen ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkı, ezilen ulusun ulusal taleplerine
koşul koymadan destek vermektedir. Kendi kaderini tayin hakkı ne
yalnızca ulus-devlet kurma hakkıdır, ne de demokratik ulusal
hakları elde etme hakkıdır. Ezilen ulusun, kendi geleceğini kendi
iradesiyle belirleme hakkıdır. Ulusal hareketin siyasal olarak
yanlış ve hatalı bir pozisyon içinde olması, burjuva devlet
karşısında ulusal haklarını koşulsuz olarak desteklemeyi
dışlamaz. Ulusal hareketler doğaları gereği pragmatiktir. Ulusal
haklar kazanabilmek için her türlü ilkesiz ittifakın içerisinde
yer alabilirler. Ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını
desteklemek, burjuva devlet karşısında tüm ulusal taleplere sahip
çıkmak, ulusal hareketin milliyetçi siyasal önderliğine biat
etmek anlamına gelmez. Bu noktada ezen ulus ve ezilen ulus
komünistlerinin izleyeceği koordineli strateji devreye girer. Ezen
ulusun Komünistlerinin asli görevi, kendi burjuva devletinin ezilen
ulus üzerinde kurduğu tüm baskıya, sömürgeci savaşa cepheden
karşı çıkmaktır. Ezen ulus işçi sınıfı içinde yaratılan
tüm milliyetçi, şoven dalgaya karşı sistematik bir siyasal
mücadele yürütülmelidir. Ezilen ulusun Komünistlerinin asli
görevi ise, burjuva milliyetçi çözümlerin sınırlarını ortaya
koymak, mevcut ezilen ulus siyasal önderliğinin sınıf karakterini
ve ilkesizliklerini teşhir ederek, proleter devrimci önderliğin
inşasına odaklanmak, ezilen ulusun emekçi sınıflarına Komünist
devrimci bir alternatif sunmaktır. Bu iki pratik ayaktan birisi
yoksa verilecek mücadele her zaman sekteye uğramaya mahkum
kalacaktır. Eğer sömürgeleştirilmiş coğrafyada, ezilen ulusun
işçi sınıfı içinde faaliyet yürüten bir devrimci grup yoksa,
Enternasyonal Marksistlerin görevi sömürge ülkede kendi
seksiyonunu inşa etmek için kolları sıvamak
olmalıdır.
Kapitalist düzenin ulusal sorunda halkları
birbirine kırdırması ve bitmeyen etnik çatışmalar dışında
vaat edeceği bir çözüm yoktur. Çünkü kapitalizm kendisini ırk
temeline dayanan ulus-devletler şeklinde inşa eder. Egemen ulusa
ait olmayan her topluluğa ulusal baskı uygular. Kapitalizm ulusal
sorunların ana kaynağıdır. O yüzdendir ki burjuvazi bu soruna
kalıcı bir çözüm getirebilme yetisine sahip değildir. Ulusal
sorunlarında nihai çözümü gönüllü birlikten, halklar arası
eşitlikten geçmektedir. Temel gıdası eşitsizlikler ve bu
eşitsizlikleri örtmek için milliyetçiliğe ekmek kadar su kadar
ihtiyaç duyan kapitalizm, nihai bir çözüm sunamaz.
Bu
sorun da ancak proleter devrimlerle nihai bir çözüme
kavuşabilir.
Faşizm
ve Faşizme Karşı Mücadele
Faşizm
burjuvazinin olağanüstü hâl rejimlerinden birisidir. Proleter
devrimin burjuvazi için güncel tehdit olduğu dönemlerde, bu
tehdidi bertaraf etmek için kullandığı en radikal yöntemdir.
Faşizm kitle tabanını küçük burjuvaziden ve lümpen kesimlerden
alan, onları işçi hareketinin devrimci yürüyüşünü önlemek
için silahlandırır. Doğal tabanı küçük burjuvazi ve lümpen
kesimlerden oluşan faşist hareketler burjuvazinin işçi sınıfına
karşı kullandığı bir maşadır. Faşizm programını, işçi
teşkilatlarının, ezilen kesimlerin öz örgütlerinin, devrimci
örgütlerin lav edilmesi, sosyal reformların yok edilmesi,
demokratik hak ve hürriyetlerin tümden imhası üzerine
kurulur.
Kapitalist sistem siyasal ve ekonomik krizden uzak,
sınıf mücadelesinin zayıf olduğu dönemlerde faşist grupları
yedek kulübesinde bekletir. Ne zaman ki sınıf mücadelesi
yükselişe geçer, sistem ekonomik ve siyasal bunalımlara girer,
burjuvazi paramiliter faşist güçlerini kontrollü şekilde sahaya
sürer.
Faşizm olağan burjuva demokrasisinden bir sapma
değildir. Kapitalizmin olağan bir reaksiyonudur. Faşizm iktidara,
işçi sınıfına ve demokratik örgütlere karşı kullandığı
küçük burjuvazinin ve lümpen kesimlerin sırtından gelir. Ama
iktidardaki faşizm küçük burjuvazinin değil burjuvazinin
iktidarıdır. Finans kapitalin kanlı diktatörlüğü olan faşizm
sayesinde burjuvazi devrimden kurtulur. Faşizm burjuvaziyi de
siyasal olarak mülksüzleştirir. Tüm burjuva partiler ve kurumlar
hatta burjuva parlamento dahi lav edilir. Fakat faşizm, burjuvazinin
tüm kesimlerinin üzerinde uzlaştığı, burjuvazinin proleter
devrim tehdidi karşısında sınıfsal birliğini sağlayan yegane
araçlardan birisidir.
Faşizme karşı mücadelede burjuva
fraksiyonlar arasından ittifak arayışına girmek, işçi sınıfını
silahsızlandırmanın adıdır. Stalinci halk cephesi taktiği,
burjuvazinin bir kısmını ilerici ilan eder, o kesimle ittifak
içerisine girerek, faşizm karşısında burjuva demokrasisini
korumayı nihai amaç ilan eder. Proleter devrim gibi hedeflerin öne
çıkarılmasını birleşik halk cephesini bölen unsurlar olarak
lanetler. Sınıf uzlaşmacılığına dayanan bu taktiği
kapitalizmin olağan işleyişinin akışı yerle bir eder.
Burjuvazinin en ılımlı, en demokratik kanadı bile proleter devrim
tehdidi karşısında sıkı bir sınıfsal birlik içerisine girer.
Proleter devrimi faşizmle ezmek için tüm gücünü seferber eder.
Çünkü faşizm iktidarı onların lehinedir. Hem devrim
tehlikesinden kurtulmuş oluyorlar hem de ezilmiş işçi hareketinin
oluşturduğu yeni düzende burjuvaziye sınırsız sömürü
gerçekleştirme alanına sahip olmaktadır.
Faşizmi
dağıtmanın yolu örgütlü işçi sınıfını devreye sokmaktan
geçmektedir. Enternasyonal Marksistlerin şiarı "Faşizme
karşı Sınıf cephesi" dir. İşçi
sınıfının tüm örgütlerini, ezilenlerin, tüm gayrı
memnunların birleşik cephesini savunurlar. Faşizme karşı tüm
güçlerini seferber ettiği, kendi öz savunma teşkilatlarını ve
milis güçlerinin oluşturulmasından, fabrika işgalleri, genel
grevler, işçi şuraları ve devrimci ayaklanmayı örgütlemekten
geçmektedir.
Faşizme karşı mücadele için, faşist
tırmanışı beklemeye gerek yoktur. Faşizme karşı salt fikirsel
bir mücadele yürütülemez. Çünkü faşizm, sınıf hareketine,
ezilen uluslara, azınlıklara, toplumun her farklı unsuruna karşı
doğrudan şiddet üzerinden kendisini var eden bir harekettir.
Faşizme karşı her dönem kitlesel bir mücadele yürütmek,
onların alanını sürekli daraltma faaliyeti içerisine girmek
devrimci bir görevdir.
Göçmen
ve Mülteci Sorunu
İnsanların
bir yerden bir yere göç etmeleri kapitalizm öncesi sınıflı
toplumlardan bu güne var olan bir olgudur. Bu göçler yalnızca
uluslararası düzeyde gerçekleşmemektedir. Ulusal düzeyde sürekli
göçler yaşamaktadır. Köyden kente, taşradan metropol
kentlere..
Kapitalizm ulusal ve uluslararası düzeyde sürekli
olarak insanları göçe zorlamaktadır. Göç nedenlerini irdelemeyi
iki kategoride inceleyerek makalemize devam edeceğiz: ” İç
göçler, dış göçler”
Bu iki kategorideki göç
nedenleri ve sonuçları birbirine paraleldir. Kapitalizm her
adımında her gelişim evresinde eşitsizlikleri beraberinde
getirmekle birlikte bu eşitsizlikleri kuramsallaştırmaktadır. ”
Burjuvazi köyleri kentlerin yönetimine bağımlı kıldı. Koca
koca kentler yarattı, köy nüfusuna göre kent nüfusunu büyük
ölçüde artırdı ve böylelikle nüfusun oldukça önemli bir
kısmını köy yaşamının aptallaştırıcı etkisinden kurtardı.
Nasıl köyü kente bağımlılaştırmışsa, aynı biçimde, barbar
yada yarı barbar ülkeleri de uygar ülkelere, köylü halkları
burjuva halklara, Doğu’yu Batı’ya bağımlı kıldı.”
Bu
bağımlılık ilişkisi temelinde kapitalizm gelişimini sürdürdü.
Kapitalizmin gelişimiyle birlikte kentler şekillenmeye,
modernleşmeye başlamıştır. Kapitalizm için iş gücü bir
zorunluluktur. Sanayinin gelişmesi kentleşmeyi doğurmuş, sanayi
bölgelerinde daha yoğun bir nüfusun ortaya çıkmasını
sağlamıştır. Kapitalizm üretime geçmek için işgücüne
ihtiyaç duyar, bunun için de iş gücünü hazırda tutmak
zorundadır. Lakin bu iş gücünün barınma ve yaşam koşullarına
gelince, emekçi yığınlar kendi makus talihiyle baş başa
bırakılmaktadır. Kapitalizm plansız sermaye anarşisine dayanır,
bu özelliğin yaratmış olduğu sürekli ve zorunlu bir göçün
nesnelliğini hazırlamaktadır. Sermayenin yoğunlaşması ve
sanayileşme belli kentlerde gerçekleşir. Bu kentler ülkenin
metropolleri geri kalanlar ise taşraları olur. Metropoller taşrayı
kendisine bağımlı hale getirir. Sanayileşmenin olduğu kentlerde
iş olanağı vardır, eğitim, sağlık, kültür, sanat
merkezleridir. Bu özelliklerinden dolayı sürekli olarak göç
çeker. Taşradan gerçekleşen her kültürel göç, metropollerin
yerli burjuva, küçük burjuva ve işçi aristokratı kesimlerinde
ötekileştirmeyi, göç edenler içinde de gettolaşmayı sağlar.
Çünkü taşradan göç edenlerin kültürel özellikleri, konuşma
tarzı, giyim kuşamı, metropollerin yerli burjuva ve küçük
burjuvalarına hiç benzememektedir. Her fırsatta dışlanmaya, göç
ettikleri kentin yerlisi olmadıkları onlara hatırlatılmaktadır.
Taşradan göç eden her kesim şehirlerin varoşlarında kendi
gettolarını oluşturmaktadır. İç göçler yalnızca iş ve
eğitim amaçlı olmamaktadır. Kendisini ulus-devletler şeklinde
örgütleyen kapitalizmin doğası gereği milliyetçi ve ırkçı
bir yönelime sahiptir. Egemen ulusa mensup olmayan her milli
azınlık, farklı inanç grupları baskı altına alınarak asimile
edilmeye çalışılır. Bu asimilasyon politikalarına karşı
gelişen her reaksiyon devlet terörüyle bastırılmaya çalışılır.
Buda iç savaşları, çatışmaları, zorunlu göçleri beraberinde
getirir. Türkiye özelinde ele alırsak, başta Kürtler olmak
üzere, Aleviler, Ermeni, Rum, Süryanileri örnek olarak
gösterebiliriz. Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkartılan Şark
Islahat Kanunuyla Kürdistan’dan birçok insan batıya, batıdaki
birçok insan Kürdistan’a zorunlu göçe tabi tutulmuştur. Dersim
katliamıyla birlikte, birçok Dersim’li Türkiye’nin farklı
kentlerine göç etmek zorunda kalmıştır. 90’lı yıllarla
birlikte Kürdistan’da yürütülen savaş, köy boşaltmalarıyla
birlikte batının metropollerine yoğun göçler gerçekleşmiştir.
Göç eden Kürt yoksulları ırkçılığa, ötekileştirmeye maruz
kalarak, kimsenin tercih etmediği en kötü, en pis, en ağır
işlerde, sigortasız, güvencesiz, Türk işçilerinin çalıştığı
ücretin çok altında çalışmaya maruz bırakıldı. Bu yaşanan
durum kapitalizmin küresel düzeyde göçmenlere biçmiş olduğu
yaşamdı. Uluslararası göç nedenlerini irdeleyecek olursak,
bunların da ulusal göç nedenleriyle benzer bir zeminde
şekillendiğini görmekteyiz. Savaşlar, iç savaşlar, bölgesel
çatışmalar, etnik, dinsel kutuplaşmalar, ekonomik krizler,
ekolojik yıkımlar küresel düzeyde göçmenliğin temel
sebeplerindendir. Kapitalizmin hayatta kalması, çevre tahribine (ki
buna bilhassa Kuzey ve Doğu Afrika ile Batı Asya’daki tarım
kentlerinin su teminini olumsuz etkileyen iklimsel ısınmada
dahildir), işçi mücadelelerinin elde ettiği hakların sistematik
tasfiyesine, devletleri parçalayan sömürgeci müdahalelere,
militarizme, “teröre karşı mücadele” adına hürriyetlerin
kısıtlanmasına, dini fanatizm ile faşizmin yükselmesine ve
hudutların kapanmasına sebep olmaktadır….
Sermaye için
komple açık olan hudutlar, sermayenin küresel çapta yıkımının
mağdurları olan emekçi halklar için kapalıdır. Tüm hudutlar
suni bir şekilde oluşturulmuştur. Emperyalist güçler sıklıkla
despotik rejimler( askeri rejimler, mutlakiyetçi hanedanlar, vs)
kurmuşlar, büyük miktarda silah temin etmişler, tabi kaynakları
yağmalamışlar, birçok defa toprak sahipleri ve kapitalistlere
dayalı gerici güçleri desteklemişlerdir. Bu durumda bitmeyen
savaşları, yıkımları beraberinde getirmekle birlikte küresel
düzeyde kapitalizmin çözemediği büyük mülteci krizlerinin
oluşmasına neden olmuştur.
*)Enternasyonal
Marksistler ve Göçmenler
Göç
yeni bir olgu değildir. Ekonomik, askeri, siyasal, dinsel, çevresel
nedenlerden dolayı insanlar sürekli göç etmektedir. Küresel
düzeyde hükümetlerin göçmen düşmanı politikalarına, göçü
engellemeye yönelik devlet baskılarına rağmen her yıl göçmen
sayısı katlanarak büyümektedir. Birleşmiş Milletler
tahminlerine göre bugün yeryüzünde 272 milyondan fazla insan
doğduğu ülke dışında bir yerde yaşamını sürdürmektedir.
Göçmenlerin ezici çoğunluğu öğrenciler ve emekçilerden
oluşmaktadır. Göçmenler bulundukları ülkenin işçi sınıfının
en güvencesiz, en kötü şartlara sahip kesimini oluşturmaktadır.
Sosyal haklar ve kamusal hizmetlerden faydalanma olanakları yok
denecek kadar azdır. Göçmenlerin bu çaresizliğini kapitalistler
fırsata çevirmektedir. Yerli işçilerden daha ağır koşullarda
çok daha düşük ücretle çalıştırılmaktadır. Bunun sonucu
olarak da işçi ücretlerinin ve sosyal hakların düşmesine sebep
olmakla birlikte bu durumun tüm faturası göçmen işçilere
kesilmektedir. Böylece işçi sınıfı içinde yapay düşmanlıkların
yeşermesine sebep olmaktadır. Göçmenlere karşıda sistematik bir
ırkçılık yapılarak, ülkedeki tüm kötü gidişin günah keçisi
ilan edilmektedir. Böylece hem işçi sınıfı bölünmekte, hem de
göçmen düşmanlığı üzerinden milliyetçi, faşist dalga
büyütülmektedir. Göçmenler yerli işçi sınıfının ekmeğini
çalan onun işsiz kalmasına sebep olan faktör olarak lanse edilir.
Kapitalizmin getirdiği tüm yıkımların faturası bilinçli olarak
göçmenlere kesilir. Böylece sisteme karşı biriken öfke
milliyetçi, ırkçı bir ideolojik kuşatma altında kontrol altına
alınılır. Enternasyonal Marksistler göçmen düşmanlığına
karşı mücadeleyi kapitalizme ve faşizme karşı mücadeleden
bağımsız olarak ele almazlar. Göçmenleri işçi sınıfının
parçası olarak görürler. Yerli işçi sınıfıyla birleşik
şekilde mücadele etmesini savunurlar. Yerli işçi sınıfının
sahip olduğu tüm hak ve hürriyetlere göçmen işçilerinde sahip
olması için mücadele ederler. Göçmenlere yönelik tüm ırkçı
ve ayrımcı politikalara cepheden karşı çıkarlar. Çünkü işçi
sınıfı esasen uluslararası bir sınıftır. Bilinçli proletarya
tüm ayrıcalıklara karşı mücadele eder. Her yerde hür dolaşım
hakkının dahil olduğu en yüksek demokrasiyi talep ederler.
*)
Göçmen ve Mülteci İşçilerin Özellikleri
Birleşmiş
Milletler’in verilerine göre bugün yeryüzünde 272 milyondan
fazla insan, doğduğu ülke dışında bir ülkede ikamet
etmektedir. Bu veriye göçmen ailelerin çocukları da eklendiğinde,
sayının 2-3 katına çıkması kaçınılmazdır. Kapitalist
dünyada insanlar sürekli olarak bir yerden bir yere göç
halindedir. Savaşlar ve siyasi baskılar nedeniyle kitlesel göçler
yaşansa da, yeni iş imkanlarına kavuşmak amacıyla yapılan
güçlerde azımsanamayacak düzeydedir. Kapitalist hükümetlerin
tüm göç karşıtı politikalarına rağmen, insanlar hayatlarını
ortaya koyarak göç yollarına çıkmaya devam etmektedir. Küresel
bir göç çağında yaşamaktayız. Kapitalizm küresel düzeyde
iktisadi, ekolojik, sağlık kriziyle birlikte göç krizi de
yaşanmaktadır. Çürümekte olan kapitalizm nüfusun zorla ve
şiddet yoluyla yığınlar halinde yer değiştirmesine sebep
olmaktadır. Dünyanın neredeyse tamamında gerçekleşen bu gücün
neden-sonuç ilişkisini irdelemek ve somut devrimci görevler
çıkarmak hayati bir önem teşkil etmektedir. Çünkü bugün
göçmenlerin ezici çoğunluğunu göçmen işçiler
oluşturmaktadır. Göçmen işçiler küresel işçi sınıfının
en güvencesiz kesimini oluşturmaktadır. Kapitalizmin 70’li
yıllardan bu güne gerçekleştirdiği Neo-liberal dönüşüm
politikalarıyla, güvencesiz, esnek çalışması küresel istihdam
biçimine dönüşmüştür. Bu güvencesizler ordusunun
piyadelerinin ezici çoğunluğunu göçmen işçiler
oluşturmaktadır.
*)Göçmen
İşçiler Kapitalist Gelişimin Kaynağıdır
Göç
olgusu kapitalizm öncesi sınıflı toplumlara dayansa da,
kapitalizmin gelişmesiyle birlikte göç dalgası hız kazanmıştır.
Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte üretim araçlarındaki mülkiyet
değişimleri yeni toplumsal sınıfları beraberinde getirdi.
Kapitalist gelişme, kırı kente bağımlı hâle getirmesiyle
birlikte köyden kente doğru bitmeyecek bir göç yolunun taşlarını
da döşemiştir. Kentlerde hızlı oluşan göçle birlikte, göçmen
işçilerin payına sefalet ücretinde gece gündüz çalışmak
düştü. Kapitalizmin doğuşundan bugüne kadar sistematik olarak
göçmen işçiler işçi sınıfının her zaman önemli bir kısmını
oluşturdu. Kapitalizmin doğuşundan bu güne kadar küresel düzeyde
işçi sınıfının en güvencesiz kesimini her zaman göçmen
işçiler oluşturdu. Kapitalist sermaye birikimi göçmen işçilerin
omuzlarında gerçekleşmiştir. Kapitalistleşme sürecinin olmazsa
olmaz bir özelliği de kendisini ırk temeline dayandıran
ulus-devletler şeklinde örgütlemesidir. Kapitalizmin bu özelliği
şiddete ve baskıya dayanan göç dalgasını sürekli var etmiştir.
Ulus-devletleşme süreci milli azınlıklar sorununu da beraberinde
getirdi. Kapitalizm bu sorunu baskı, şiddet, asimilasyon yöntemiyle
çözme yolunu kullandı. İç savaşlar, çatışmalar, soykırımlar,
özellikle birinci cihan harbinden sonra zora dayanan mübadele
yoluyla milyonlarca insan yaşadıkları topraklardan koparıldılar.
Ulusal, dinsel, siyasal baskılardan dolayı hâla dünyanın dört
bir yanında göçler devam etmektedir. Küresel düzeyde göçmen
işçiler, göç ettikleri ülkelerin yerli işçilerinin tercih
etmediği işlerde çalışırlar. Bu işler toplum tarafından pis
işler olarak tanımlanan; ağır, sağlıksız, güvencesiz
işlerdir. Temizlik, tarım, hizmet, inşaat, sanayinin merdiven altı
atölyeleri olarak tanımlanan sektörler ilk akla gelenlerdir.
Göçmen işçiler yerli işçilerin aldığı ücretin çok çok
altında, çalışma saatleri onlardan çok daha fazla ve hiçbir
sosyal hakka sahip olmadan çalışmaktadır. Küresel düzeyde
göçmen işçiler emek hiyerarşisinin en alt katmanında yer
alırlar. Göçmen işçilerin çalıştığı işler sürekliliği
olmayan günü birlik veya sezonluk işlerdir. İşçi sınıfının
yedek işgücü olan işsizler ordusunun önemli bir kesimi
göçmenlerden oluşur. Sürekli işsizlik tehdidi altında olan
göçmen işçiler ucuza çalıştırılarak yerli işçilerin emek
değerini düşürmek içinde kapitalistler tarafından koz olarak
kullanılmaktadır. Sınır dışı edilme, ırkçı saldırılar
tehdidinin kıskacında yaşayan göçmenler bu özelliklerinden
dolayı yedek iş gücü ordusunun en kullanışlı kesimini
oluşturmaktadır. Göçmen işçilerin önemli bir kısmı örgütsüz
olmakla birlikte, birçok kapitalist merkezde örgütlenme hakkı ya
yok, ya da çok kısıtlıdır. Sendikalar göçmen işçilerle
ilgilenmemekte, onları örgütlemeyi gündemlerine almamakla
birlikte kapitalist hükümetlerin göçmen düşmanı politikalarına
sesiz kalmakta veya bu ırkçı dalganın taşıyıcısı
olmaktadır.
*)Irkçılığa
ve Faşizme Karşı Mücadelenin Ayrılmaz Köşe Taşı Olarak
Göçmen Dayanışması
Son
yıllarda ırkçı saldırılar, faşist şöylemler, belli toplumsal
kesimleri hedef tahtasına koyma eğilimleri gerek Türkiye’de,
gerekse de dünyada artmaktadır. Irkçılığın bu düzeyde artışı
ne tesadüftür ne de sağcı odakların ucuz popülizmidir.
Kapitalizm küresel düzeyde iktisadi ve sağlık krizi içindedir.
Bu krizler ekonomik daralmaları, korumacı tedbirleri, savaşları,
yoksulluğu ve üst düzeylere çıkan eşitsizlerin oluşmasına
neden olmaktadır. Bu eşitsizlikleri ve yoksullukları görünmez
kılmak için, emekçi kitleleri kendi saflarına yedeklemek için
burjuvazi milliyetçiliği ve ırkçılığı olabildiğince
ateşlemektedir. Milliyetçilik ve ırkçılık küresel düzeyde
kapitalist hükümetler tarafından göçmen düşmanlığı
üzerinden gerçekleşmektedir. Özellikle Covid-19 sağlık
krizinden sonra küresel düzeyde göçmenlere yönelik düşmanlık
artırılmakta, bunun önlenemez sonucu olarak ırkçı saldırılarda
önemli bir artış yaşanmaktadır. Türkiye özelinde ele alacak
olursak milliyetçilik ve militarizm şöylemi ile birlikte ırkçı
saldırıların artığını görmekteyiz. Neredeyse her yıl
mevsimlik Kürt tarım işçileri ırkçı saldırılara maruz
kalmaktadır. Sistematik ırkçı saldırılara, kin ve düşmanlığa,
taciz, tecavüz kötü muameleye maruz kalan bir diğer kesim ise
Suriyeli mültecilerdir. 2011’den beri devam eden Suriye savaşında
Erdoğan her zaman taraf oldu. Bu savaşın büyümesi ve
derinleşmesi için faaliyet yürüttü. Cihatçı çeteleri
besleyip, büyüttü. Sadece Suriye ile sınırlı kalmayarak
Ortadoğu’dan Libya’ya, Kafkasya’ya kadar tüm emperyalist
paylaşım savaşlarında yer aldı. Bu savaşın sonucu olarak
kitlesel göçler ve mülteci krizleri beraberinde geldi. Erdoğan
rejimi mültecilerin Avrupa’ya geçişini engellemek için jandarma
görevi üstlendi. Bunun için Avrupa Birliği ve Birleşmiş
Milletlerden yüklü miktarda para aldı. AB ile yaşanan krizlerde
mültecileri diplomatik bir koz olarak kullandı. Savaşın tarafı
olan devletler savaşın mağdurlarını birbirlerine karşı koz
olarak kullanarak devletler düzeyinde insan tacirliği
gerçekleştirmektedir. Türkiye’de mülteciler en kötü
koşullarda çalışıp, sefalete mahkum edilmektedirler.
İktidarından muhalefetine kadar her fırsatta mültecileri
düşmanlaştırılmakta, tüm olumsuzlukların günah keçisi ilan
edilerek, nefret objesine dönüştürülmektedir. Mültecilerin
nargile içmesi, çay içmesi, denize girmesi, yılbaşında
eğlenmesi dâhi ırkçı bir linçin konusu hâline getirilmektedir.
Türkiye’nin dört bir yanında mültecilere karşı nefret dili
hakim bir dil hâline getirilerek faşist saldırıların
tertiplenmesine yol açmaktadır. Mültecilere dayanışma içinde
bulunmadan, mülteci düşmanlığına karşı mücadele etmeden
ırkçılığa ve faşizme karşı mücadeleden bahsedilemez.
Mültecilerle dayanışma içinde olmak faşizme ve ırkçılığa
karşı mücadelenin olmazsa olmaz köşe taşıdır.
Enternasyonal
Devrimci Görevler
*)
Göçmen ve mülteci düşmanlığına karşı tutarlı bir mücadele,
proletarya enternasyonalizmini kuşanmaktan ve onu militanca
savunmaktan geçmektedir. Emekçilerin hakiki vatanı, küresel işçi
sınıfıdır. Milliyetçilik ve hudutların kapatılması emekçileri
böler. Sermaye için açık olan hudutlar emekçiler ve öğrenciler
içinde açık olmalıdır. Göçmen emekçiler, sadece mağdur
değildirler. Tüm baskı görenler ve sömürülenler gibi dayanışma
ve toplu mücadele gösterebilme kabiliyetine sahiptirler. Göçmen
ve mülteci emekçiler arasında teşkilatlanmak Enternasyonal
Marksistlerin devrimci görevlerindendir.
*) İktidardan
burjuva muhalefetinin tüm kesimleri her fırsatta mülteci
düşmanlığı gerçekleştirmektedir. Sosyalist solun önemli bir
kesimi mülteci sorununu ele almamakta, mülteci emekçileri Siyasal
İslamın tabanı olarak gördükleri için onlara sırt
çevirmektedir. Mültecilere karşı infial uyandıran faşist linç
olduğu dönemlerde kınama mesajı yayınlama dışında bir
faaliyette bulunmamaktadırlar. Mülteci düşmanlığını üreten
tüm siyasal odaklara karşı ve buna ilgi göstermeyen sol
hareketlere karşı uzlaşmaz siyasal mücadele yürütmek
enternasyonal devrimcilerin görevidir.
*) Göçmen işçilerin
ezici çoğunluğu örgütsüzdür. Yasal olarak örgütlenme hakkı
yok denecek kadar azdır. Sermayenin ve devletin ikincil aygıtı
hâline gelmiş sendikalar göçmen işçilere sırt çevirmekte,
onların teşkilatlanması için herhangi bir girişimde bulunmamakla
birlikte, yabancı düşmanlığının yerli işçi sınıfı içinde
boy göstermesine katkı sunmaktadır. Göçmen işçilerin yerli
işçilerle aynı haklara sahip olması için mücadele etmek,
teşkilatlanmak enternasyonal devrimci görevlerdendir.
*)
Göçmenleri savunmak için işçi teşkilatlarının birleşik
cephesi!
*) Göçmenler için gözaltı merkezleri
kapatılsın!
*) Tüm ayrımcı kanunlar kaldırılsın!
*)
Tüm hudutlar emekçiler ve öğrencilere açılsın, mülteciler,
emekçiler ve aileleri için istedikleri yere yerleşme
hürriyeti!
*) Tüm göçmen ve mülteciler için eşit
hak!
*) Milli burjuva devletleri imha etmek, sınıfsız,
sömürüsüz, hudutsuz, Patronsuz bir dünya için, sosyalist dünya
devriminin önünü açmak için Enternasyonal Devrimci Dünya
Partisini yeniden inşa edelim!
Kadın
Sorunu
Kadın ve erkek
arasındaki eşitsizliği burjuva siyasal akımların iddia ettiği
gibi insanlık tarihi boyunca var olan, erkeklerin biyolojik
özelliklerinden kaynaklanan bir sorun değildir. Kadınların
ezilmesinin tarihsel kökeni sınıflı toplumların doğmasıyla
hayat bulmuştur. Bu nedenle Devrimci Marksizm kadınların nihai
özgürlüğünü ancak insanlığın ve tüm canlıların sınıfsız,
sömürüsüz, hudutsuz, patronsuz, devletsiz bir dünyaya yani
Komünist dünyaya ulaşmasıyla gerçekleşeceğini savunmaktadır.
Devrimci Marksistler, ataerkil burjuva toplumun yıkılmadan
kadınların nihai kurtuluşunun gerçekleşmeyeceğini savunmakla
birlikte, kadınların mücadelesi olmadan da insanlığın Komünist
dünya devrimi yürüyüşünü başlatamayacağını
savunurlar.
Kadınlar ezilmektedir, mevcut küresel kapitalist
sistemin tüm hücreleri ataerkil şekilde inşa edilmiştir.
Kadınların toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin her türüne karşı,
patriyarkal kapitalist sisteme karşı isyan etmesi, sesli
itirazlarda bulunması meşrudur. Enternasyonal Komünistler
kadınların tüm mücadelelerini desteklerler, büyütmeye
çalışırlar, mücadelenin devrimci Komünist bir eksene girmesi
için faaliyette bulunurlar.
Kadınların mücadelesi tüm
ezilenlerin mücadelesi gibi içinde bulundukları eşitsizliklere
karşı bir tepki hareketidir. Toplumsal kurtuluş hareketi
değildirler, sınırları bellidir. Bu bakımdan, Devrimci
Marksistlerin bu hareketlere karşı tutumunu belirlerken onları
devrimci işçi hareketinin bir hasmı veya rakibi olarak görmezler.
Bu mücadeleyi toplumsal kurtuluş mücadelesiyle birleştirme, bu
harekete Devrimci Marksist bir perspektif taşıma gayretiyle
yaklaşırlar.
İşçi sınıfını bölen kadın hareketi
değildir, ataerkil kapitalist sistemin ideolojisidir. Sınıfsız
topluma giden yolda proletaryanın egemen sınıf olarak
örgütlenmesi, bu sınıfın yarısını oluşturan kadınların
arka planda kalmasıyla gerçekleştirilemez. Bu bilinçle Devrimci
Marksistler; kadın emekçilerin siyasal mücadeleye aktif şekilde
katılmasını teşvik etmekle birlikte işçi kitle örgütleri ve
devrimci teşkilatlar içinde ataerkilliğe, maçoluğa taviz
vermezler.
Toplumsal
cinsiyet eşitliği için mücadele etmeyen, erkek egemen burjuva
devletin ideolojisiyle hesaplaşma içerisine girmeyen bir işçi
hareketinin devrimcileşemeyeceğini savunurlar.
Kendisini tüm
hücrelerine kadar eril şekilde örgütleyen kapitalizmin ve onun
burjuva devletinin en temel kurumlarından birisi çekirdek ailedir.
Çekirdek aile burjuva devletin toplumdaki izdüşümü olmakla
birlikte kadının ezilmesini kurumsallaştıran temel
unsurlardandır. Çünkü aile iş gücünün yeniden üretilmesine
hizmet eden bir kurumdur. Kapitalizmde aile yalnızca yeniden üretim
ve tüketim birimi değildir. Aynı zamanda da ideolojik bir işleve
sahiptir. Cinsiyetçiliği kitlesel hâlde üretip bunu ideal
toplumsal norm olarak dayatan kapitalizmin kutsal ailesidir. Kutsal
aile kurumu kadını itibarsızlaştıran, onu ikinci sınıf
cinsiyet olarak toplumda var eden, tüm cinsiyetçi, muhafazakar,
gerici ideolojilerin sürekli üretimini sağlayan fabrika işlevi
görür. Kutsal aile metaforunun ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin
maddi temelini ortadan kaldırmanın yolu ev işlerinin
toplumsallaştırılması ve tüm toplumsal ilişkilerin cinsiyet
eşitliği temelinde örgütlenmesinden geçmektedir. Bu sürecin
önünü açmanın yolu da proleter devrimlerden
geçmektedir.
Burjuva feminizmi her sınıftan kadını,
siyasetin öznesi olarak önerip soyut bir kadın perspektifinden
yola çıkarak siyaset üretmeye çalışır. Bu noktada hem
ideolojik hem toplumsal hem pratik anlamda egemen ideolojiyi aşamaz.
Biz Devrimci Marksistler ataerkil kapitalist sisteme karşı
mücadeleye kalkıştığımızda, tüm ezme-ezilme karşıtlığını
üreten iktidar mekanizması ve üretim ilişkileri içinde
bireylerin konumlanışını göz ardı edemeyiz. Ataerkil düzene
karşı mücadeleyi bırakalım, bu sisteme karşı en küçük bir
itirazı dahi dile getirebilmemiz için kapitalist sistemi hedef
almamız gerekir. Çünkü cinsiyet ve sınıf eşitsizliği ve bu
çatışmalar kapitalizmin eşitsizliklerinin sonucudur. O yüzdendir
ki patriyarka sadece erkeklerin kadınlar üzerindeki ezme ezilme
ilişkisiyle açıklanamaz. Patriyarka dediğimiz egemenlik biçimi
aynı zamanda burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde kurduğu,
yaşlıların gençler üzerinde, aile reisinin diğer üyeler
üzerinde kurduğu iktidarı, sendikal bürokrasinin işçiler
üzerinde kurduğu iktidarı, yani kısaca tüm ezen-ezilen
ilişkilerini kapsar.
Tüm
bu ezme-ezilme ilişkilerini birbirinden ayırarak, kapitalizme karşı
mücadeleden yalıtmak, mevcut ezme, ezilme ilişkilerinin devamını
savunmanın farklı bir adıdır.
LGBTİ+Lar
İnsanlık
tarihi boyunca LGBTİ+lar her zaman vardılar. Eski yazılı
belgelerde, yazıtlarda, antikçağ bulgularında, mitolojilerde
bunları fazlasıyla görmek mümkündür. Kimi bölgelerde
LGBTİ+lara karşı sert baskılar varken, kimi bölgelerde bu durum
saygınlık olarak görülmekteydi. Örnek verecek olursak Roma'da
LGBTİ+lar baskılanırken, Antik Yunan'da saygın bir konuma
sahipti. Tarih boyunca egemen sınıflar içinde LGBTİ+lar tolere
edilebilen bir olguyken, ezilen sınıflar için hiç müsâma
gösterilmeyen bir durumdur. Sınıflı toplumların sonucu olarak
ortaya çıkan ataerkil düzen ve onun temel çekirdeği aile
kendisini hetoroseksist bir diktatörlük olarak örgütlemiştir.
Bunu insanlığın tek cinsel yönelimi olarak kodlamış, bunun
dışına çıkma eğilimlerine karşı her zaman en sert savaşı
vermiştir. Din, hukuk, kültür, örf, toplumsal ahlak gibi
aygıtlarıyla da homofobinin canlı ve diri kalmasını sağlamıştır.
Bu durumun en temel nedeni heteroseksüellik dışında kalan cinsel
yönelimlerin üreyememesi, bu yönelimlerin yaygınlaşması
otomatik olarak nüfus artışını sekteye uğratacağı endişesinde
düğümlenmektedir. Ataerkil heteronormavite temelli kurulan aile,
aynı zamanda tarih boyunca egemenlerin köle, işgücü, ordu gücünü
üreten fabrikasıdır. Ezme ezilme ilişkilerini normalleştiren
ideolojik üretimin çekirdek hücresidir. LGBTİ+ların özgürleşmesi
sınıflı toplumların kutsal ailesinin tuzla buz olması anlamına
gelmektedir.
Cinsiyet,
cinsel yönelim yalnızca genetik, biyolojik olgular olarak var
olmamaktadır. Sınıflı toplumlar tarihi boyunca sosyolojik ve
ideolojik olgular olarak hayat buldu ve tüm keskinliğiyle yaşamaya
devam etmektedir. Homofobi ve nefret suçları bu durumun yalnızca
sonucudur. Homofobi ve nefret suçları tamamen ideolojik ve
politiktir. LGBTİ+ların varlığı bugünkü dünyaya egemen olan
ataerkil, heteroseksüel diktatörlük putuna açılmış bir
savaştır. O yüzdendir ki LGBTİ+ların varlığı daha görünür
oldukça örgütlü toplumsal bir harekete evrildikçe eril hetero
kapitalist devletlerde kendi iktidarlarının bekası için örgütlü
şekilde harekete geçmektedirler. Komünist devrimcilerin amacı tüm
ezme ezilme ilişkilerini, ayrıcalıkları ortadan kaldırmaktır.
Cinsel özgürleşmeyi kendi insanlık projesinin, mücadelesinin bir
parçası haline getirmeyen bir komünist hareketin, işçi
hareketinin dünyayı değiştirebilme iddiasını taşıyabilmesi
olanaksızdır. Çünkü devrimci komünistler yalnızca önüne işçi
sınıfının sorunlarını koymaz. İşçi sınıfı önderliğinde
tüm insanlığın, doğanın, tüm canlı türlerinin sorunlarını
önüne koyarak bunlar için somut devrimci politika üretir.
Muzaffer Ekim devrimi tüm dünyada LGBTİ+ların suç olduğu,
Avrupa'nın birçok ülkesinde cezasının idam olduğu bir dünyada
LGBTİ+lar için geniş özgürlükler sağladı. Çarlık döneminden
kalma tüm ataerkil, heteroseksüel diktatörlüğü dayatan yasalar
kaldırıldı. LGBTİ+lar üzerindeki tüm yasaklar kalkmakla
birlikte heteroseksüel ve ataerkil hegamonyayı dayatan eski düzenin
kalıntılarına karşı savaş açıldı. Stalinci bürokrasinin
karşı devrim süreciyle birlikte Ekim devriminin kazanımları olan
özgürlüklere karşı savaş başladı. Bunlardan cinsel
özgürlüklerde nasibini aldı. 1934 yılında Stalinci bürokrasi
çarlık dönemindeki gibi LGBTİ+ları suç kapsamına alan,
heteroseksüel diktatörlüğü egemen kılan eril, homofobik bir
toplumsal düzen inşa etmeye başladı.
Bu
süreçle birlikte cinsel özgürlük, LGBTİ+ların özgürlüğü
mücadelesi Komünist saflardan aforoz edilerek, burjuva sapkınlığı
olarak lanetlendi.
Enternasyonal
Komünistler, sınıfsal, cinsel, ulusal tüm ezme ezilme
ilişkilerine karşı mücadele ederler. Cinsel azınlıklara
uygulanan baskı ve şiddeti, ayrımcı politikaları işçi sınıfını
boğan zincirin bir halkası olarak görür. LGBTİ+ların özgürlük
mücadelesini aktif olarak desteklemekle birlikte, bu sorununda nihai
çözümünün sosyalist dünya devriminden geçtiğini savunurlar.
İşçi sınıfı içinde, emek örgütleri ve sosyalist sol içindeki
homofobik eğilimlere karşıda mücadele etmeyi somut devrimci
görevleri arasında tanımlarlar.
Irkçılığa,
Milliyetçiliğe, Ulusalcılığa Karşı Mücadele
Milliyetçilik,
ulusalcılık, vatanseverlik, yurtseverlik gibi ulusalcı ögeler
taşıyan tüm kavramlar burjuvazinin feodalizm karşısındaki
tarihsel zaferinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. 18.
Yüzyılın sonu 19 yüzyılın büyük bir bölümü ticaret ve yeni
üretim teknikleriyle yükselen burjuvazinin gelişiminin önündeki
en büyük engel feodalizmdi. Büyük feodal imparatorlukları yıkan
burjuvazi kendisini ulus-devletler şeklinde örgütlemeye
başladı.
Kapitalizm serpilip gelişebilmek için gümrüklerle
korunan ve böylelikle onu başka kapitalistlerin rekabetinden
koruyan sınırlara ihtiyaç duyar. İşte tam da bu ihtiyacın ürünü
olarak, burjuvazi feodalizmden farklı olarak politik olanı dinle
değil ulus, millet, etnik kimlik üzerinden tanımlama sürecine
girdi. Milliyetçilik, ulusalcılık, yurtseverlik, vatanseverlik
gibi tüm ırkçılığı üreten siyasal doktrinler burjuva
ideolojisinin çimentosudur. Burjuvazinin herhangi bir fraksiyonundan
milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı mücadele içine girmesini
beklemek kasapların hayvan sever olmasını beklemekle eş
değerdir.
Kendisini ulus-devletler şeklinde örgütleyen
burjuvazi, her ülkede egemen bir ulus ve onun ideolojisini
dayatmıştır. Egemen ulusa mensup olmayan diğer tüm uluslara
baskı uygulayarak onları asimile etmeye, yok etmeye çalışmıştır.
Kapitalist ulus-devletlerin tarihi aynı zamanda pogromlar,
soykırımlar, katliamlar, kırımlar tarihidir de. Kapitalizm farklı
ulusal, etnik, dini kimlikleri barış içinde eşitlik temelinde bir
arada yaşatabilme yetisine sahip değildir. Dünya emekçilerinin
birliğini parçalamak için tüm dünyayı hudutlara bölmüştür.
Hudutlarla belirlediği ülkelerin içinde ise dil, din, ırk
farklılıkları kullanarak yapay düşmanlar üretmektedir. Bugünkü
tüm hudutlar burjuva çıkarların emperyalist savaşların
yıkımların ürünüdür. Tüm hudutlar yapay olarak vardır. Ancak
işçi sınıfının enternasyonal devrimci mücadelesi kapitalizmi
ve tüm hudutları tarihin çöp sepetine gönderebilme kudretine
sahiptir.
Tarihi ilerleten motor gücü sınıf savaşları
olmuştur. Kapitalist toplumda bu sınıf savaşı burjuvazi ve
proletarya arasında sürmektedir. Burjuvazi sınıfsal uçurumların
üstünü örtmek için, kendi çıkarlarını tüm toplumun
çıkarları olarak göstermesi iktidarının devamı için hayati
önemdedir. Burjuvazinin tüm ideolojik aygıtlarının en temel
özelliği şudur: Emekçi kitlelerin sınıfsal düşünmesini
engelleyip ulusal düşünmesini sağlamak. Bunu başarabildiği
ölçüde ideolojik hegamonyasını koruyabilecektir. Bu ideolojik
hegamonyasını da milliyetçilik, ulusçuluk üzerinden
sağlamaktadır. Kendi devletini tüm devleti olarak göstermekte,
kendi hudutlarının korunmasını tüm toplumun güvenlik sorunu
olarak sunmaktadır. Sürekli olarak yapay iç ve dış düşmanlar
yaratarak kitleleri milliyetçilik üzerinden mobilize ederek kendi
yedeğine almaktadır. Emekçi sınıfların vatanseverliğe boyun
eğmesi, sınıf bilincinin körleşmesine ve bunun kaçınılmaz
sonucu olarak aşırı sömürülmesine burjuva çıkarlar uğruna
verilen savaşlara kurban gitmesine yol açmaktadır.
İşçi
Milisleri
Devlet
sınıflar üstü bir kurum olmadığı gibi; devletin baskı
aygıtları, kolluk kuvvetleri de sınıflar üstü bir örgütlenme
değildir. Devlet bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde baskı
kurmak için var olan silahlı adamlar topluluğudur. Toparlarsak
eğer devlet toplumsal düzeni ve güvenliği sağlamak için değil,
toplumun azınlığını oluşturan burjuvaziyi toplumun çoğunluğunu
oluşturan emekçi kesimlerden korumak için vardır. Proletaryanın
mücadelesi radikalleştikçe veya sistem derin buhranlara girdikçe
baskı aygıtlarını o düzeyde artırır. Tüm mülkiyeti ve devlet
aygıtlarını elinde bulunduran burjuvazi resmi kolluk güçleriyle
yetinmez. En demokratik burjuva devletlerde dahi, mevcut hukukun
dışında örgütlenmiş illegal paramiliter güçler ve suç
örgütleri her zaman bir kenarda tutulur. İhtiyaç hâlinde sahaya
planlı bir şekilde sürülürler. Sınıflar mücadelesi tarihi şu
gerçeği bize defalarca kez göstermiştir: " Hiçbir egemen
güç sonuna kadar savaşmadan asla iktidarından vazgeçmemiştir."
Bu yüzdendir ki işçi sınıfı kapitalistlerden iktidarı ancak
şiddet yoluyla alabilir. Bu bir tercih değil sınıflı toplumlar
tarihinin dayatmış olduğu somut bir zorunluluktur.
Reformizmin,
liberal tasfiyeciliğin temel özelliği devleti burjuvazinin baskı
aygıtı ve işçi sınıfının devrimci yöntemlerle imhasını
gerçekleştirmesi gereken bir düşman olarak değil, toplumun
güvenliğini sağlaması gereken tarafsız bir hakem olarak
tanımlamaktadır. Burjuva demokrasisinin kutsallığından sürekli
dem vurularak, burjuvazinin tepeden tırnağa silahlı, işçilerin
ise tepeden tırnağa silahsız olması gerektiğini
savunmaktadırlar. Bu görüş tüm düzen güçleri tarafından
tartışılmaz kutsallık atfedilerek, tartışmaya açan her kesim
ağır suçlu ilan edilmektedir.
Bu
durumu kabul etmek kapitalist köleliğe teslimiyetin farklı bir
yöntemidir.
Enternasyonal Komünistlerin bu konudaki temel
programatik görüşü işçi milislerinin örgütlenmesidir. Kızıl
Komutan Troçki'ye dönecek olursak" Faşizme karşı mücadele
liberal yazı işleri müdürlerinin bürolarında değil,
fabrikalarda başlar ve sokaklarda son bulur. Fabrikalardaki grev
kırıcıları ve özel silahlı muhafızlar faşist ordunun temel
çekirdekleridir. Grev gözcüleri ise proleter ordusunun temel
çekirdekleridir. Kalkış noktamız bu olmalıdır. Her grev ve
yürüyüşle ilgili olarak işçi özsavunma grupları yaratmanın
gereğini yaymak zorunludur. Sendikaların devrimci kanatlarının
programına bu sloganı yerleştirmek gerekir. Olanaklı her durumda,
gençlik gruplarıyla başlayarak özsavunma grupları örgütlemek,
onlara silah kullanmasını öğretmek ve alıştırmak
zorunludur.
Kitle hareketlerinin yeni bir kabarışı bu
birimleri artırmakla kalmamalı, bunları mahalle, şehir ve
bölgelere göre birleştirmelidir. İşçilerin grev kırıcılarına,
gangaster çetelerine ve faşistlere olan haklı nefretine örgütsel
bir ifade vermek zorunludur. İşçi örgütlerinin, toplantılarının
ve yayınlarının dokunulmazlığının tek ciddi teminatı olarak
işçi milisleri sloganını ileri sürmek zorunludur."
Covid-19
kısıtlamaları kapsamında küresel düzeyde burjuva devletler
adeta iç savaş tatbikatı yapmaktadır. Polise sınırsız yetkiler
vermekte, hak ve hürriyetleri rafa kaldırmakta, emekçilerin ve
ezilenlerin toplantı ve protestolarını sert biçimde
bastırmaktadır. Böyle bir süreçte burjuva devletlerin kolluk
güçlerine karşı haklı ve meşru öfkeleri artırmaktadır. Buna
karşı muhalefeti; polisin suç işlediği, hukuk kurallarını
ihlâl ettiği, orantısız güç kullandığı üzerinden
oluşturularak, dolaylı yoldan burjuva devletin kolluk güçlerine
kalıcı olarak ihtiyaç olduğunun propagandası yapılmaktadır.
Enternasyonal Komünistler devletin kolluk güçlerinin sınıfsal ve
siyasal teşhirini yaparak onların lav edilmesini savunur. En küçük
eylemden, en kitlesel organizasyonlara varıncaya dek, emekçi
kitlelerin kendi öz savunma birliklerini oluşturmasının
propaganda ve örgütlenmesi içerisinde bulunur. İşçi sınıfının
güvenliğini ne burjuva yasalar nede onun kolluk güçleri sağlar.
İşçi sınıfı kendi güvenliğini yine kendi öz örgütlenmeleri
ve öz müdaafa teşkilatlanmalarıyla sağlayabilir. Bugün işçi
milislerinden ve öz müdaafadan bahsetmek ne ultra sol bir pozisyon
nede ayakları yere basmayan bir taleptir. Hızla otoriterleşen iç
savaş provaları yapan burjuva devletler ve onların paramiliter
güçleri karşısında direnebilmenin nesnel zeminini sağlayacak
yegane araçtır.
Sendikalar
ve İşçi Kitle Örgütleri
İşçi
örgütlenmesinden söz edildiği zaman, ilk akla gelen teşkilatlar
sendikalar olmaktadır. Sadece sendikalı ve sendikasız emekçi
kesimleri tarafından değil, sosyalist solun militanları tarafından
da ilk akla sendikalar gelmektedir. Bu durumun temel nedenlerinden
birisi sendikalara alternatif işçi kitle örgütlerinin olmamasında
düğümlenmektedir. Sendikalar; kökenleri, üyeleri ve toplumsal
bilinçteki yerleri bakımından tartışmasız işçi
örgütleridirler. Fakat sendikalar çok uzun zamandır bu
özelliklerine komple yabancılaştılar. Devlet ve sermayeyle kurmuş
oldukları bağlar ve yürüttükleri siyasetin sonucu olarak
sendikalar, işçilerin mücadelesini kontrol altında tutan dev
bürokratik aygıtlara dönmüşlerdir. Bu dev bürokratik aygıtlar,
işçi mücadelesinin militanlaşmasının ve devrimcileşmesinin
önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır.
İşçilerin
sendikalara olan güvenleri her geçen gün erimekte, fakat her şeye
rağmen sendikalar mücadeleye karar veren işçilerin ilk
uğradıkları yerler olma özelliğini korumaktadır. Sosyalist
solun da, işçi hareketinin tüm kesimlerinin de, sendikal
bürokrasiye ve sendikaların izlemiş olduğu mevcut politikalara
yönelik eleştirileri vardır. Fakat bu eleştirilerin boyutu
sendikal bürokrasiyi yaratan nesnellikle ve onun tarihsel süreciyle
hesaplaşmaya girilmeden yapılmaktadır. Sendikal bürokrasi
sorununa, yeni sendikalar kurarak veya mevcut sendikal yönetimin
değiştirilmesi hedeflenerek çözüm önerileri üretilmektedir.
Kısacası sendikalizm sorunu yine sendikalizmle çözülmeye
çalışılmaktadır.
Sendikalar
yapısı ve işleyişi gereği işçi sınıfının tamamını
kapsamamaktadır. Daha çok büyük iş yerlerine ve ağır sanayi
sektörlerine kök salmaktadırlar. Sınıf mücadelesinin en güçlü
olduğu ülkelerde dahi sendikalar işçi sınıfının %30’unu
geçmemektedirler. İşçi sınıfının ezici çoğunluğu yine
sendikaların dışında kalmaktadır. Sendikalar görece işçi
sınıfının ayrıcalıklı kesimlerini örgütlerler. Ortaya
koydukları talepler sınıfın tamamını değil kendi üyelerinin
çıkarlarını temsil ederler. Sendikal bürokrasi her şeyden önce
işçi aristokrasisine dayanmaktadır. Sınıflar mücadelesinde
takınmış olduğu tavır küçük burjuvazinin karakteristik
özelliklerini taşır. Sendikal bürokrasi emek ile sermaye arasında
yer alır ve üstlendiği nesnel rol bu iki sınıf arasında
arabuluculuk yapmaktır. İşçi kitlesine kıyasla ,gelir, çalışma
koşulları ve yaşam tarzı açısından ayrıcalıklı bir yere
sahiptir. İşçi bürokrasisinin üstlenmiş olduğu ‘temsilci’
(parlamenter ya da sendikal) rolü onu büyük patronlarla ve
patronların devleti ile gündelik olarak bir araya getirir ve
bunlardan koparabileceği tavizler, işçiler arasında sahip olduğu
desteğe bağlıdır. Kendi örgütlerini yıkacağı için faşizmi,
onun arabulucu rolüne bir son vereceği için devrimi aynı ölçüde
birer tehdit olarak gören işçi bürokrasisi çok büyük ölçüde
muhafazakar bir niteliğe sahiptir. Her şeyden önce, ‘ denetimi
elden kaçabilecek ’ örgütlerini dağıtarak ayrıcalıklarını
elinden alacak, egemen sınıfı saldırıya geçmeye kışkırtabilecek
ve sınıflar arasındaki nazik dengeleyici güç olma konumunun
altını oyabilecek kitlesel eylemlerden korkar. Politik açıdan
ihtiyaç duyduğu şey, sosyalizmi sözde bırakan, fiiliyatta
pasifliği ve uzlaşmayı olanaklı kılan bir ideolojidir.
Kendi
ücretini ödeyen sendika örgütlerinin ayakta kalması için işçi
sınıfına ihtiyacı vardır ; işçi bürokrasisi için işçi
sınıfı yeri geldiğinde patronlardan tavizler koparmak ve bunun
karşılığında işçilerden kendi örgütlerine yönelik destek
kazanmak üzere savaş alanına sürebileceği yedek ordu gibidir.
Ancak ihtiyaç duyduğu işçi sınıfı kendisinin istediği yerde
duran ve kendi kontrolü altında olan bir işçi
sınıfıdır.
Sendikal bürokrasi, işçi sınıfına ve
sınıfın devrimci militanlarına her zaman ihtiyaç duyar. Çünkü
bürokrasinin varlığı işçilere bağlıdır, tek sermayesi
işçilerdir. İşçi sınıfının ve sınıfın devrimci
militanlarının sendikal bürokrasiye ihtiyacı yoktur. İşçiler
bürokratlar olmadan sendikayı yönetebilme yetisine sahip olmakla
birlikte, sendikalara alternatif kitle teşkilatlarını inşa
edebilme tecrübesine ve gücüne de sahiptir.
Komite,
meclis, konsey, sovyet gibi öz örgütlenme teşkilatları
deneyimleri işçi sınıfının tarihinde epey yer teşkil
etmektedir.
Sendikalar tamamen düzenin aygıtın olsa da
gerek üye tabanı anlamında gerekse de faaliyet bölgesi olarak
işçi kitle örgütleridirler. Sendikaları komple kapsam dışına
bırakmak her şeyden önce örgütlenme iradesini kuşanmış olan
işçi sınıfının bir kısmını sendikal bürokrasiye bırakmak
anlamına gelir. Bu nedenle sendikalara komple sırt çevirmek
sınıfın örgütlü kısmını düzene hediye etmek anlamına
gelir. O yüzdendir ki devrimci faaliyet alanları arasında
sendikalarda olmak zorundadır. Emekçilerin büyük çoğunluğu
ister sendikaya üye olsun, ister olmasın sendikal mücadeleye
temkinli yaklaşsa da son tahlilde sendikaları kendi örgütleri
olarak görürler. Kendi çıkarlarını sendikaların savunmasını
isterler. Bu nedenle sendikalara sırt çevirmek ne kadar sakat bir
tutumsa, sınıf mücadelesini yalnızca sendikalara ve ücret
mücadelesine indirgemekte o düzeyde sakat bir eğilimdir. Sendikal
bürokrasinin lav edilmesi perspektif ile yürütülmeyen her
sendikal çalışma düzene entegre olmanın farklı bir biçimidir.
Biz Devrimci Marksistler açısından sendikal bürokrasiye karşı
mücadele yürütmek sınıf mücadelesinin olmazsa olmaz köşe
taşıdır. Hem devrimci sınıf siyasetini burjuvaziye ve onun
devletine karşı savunmak hem de sendikal bürokrasinin işbirlikçi
yönlerini teşhir edip, sendikal bürokrasinin komple lav edilmesi
amacı doğrultusunda sendikalar içinde mücadele yürütülmesi
gerektiğini savunmaktayız. Sınıf mücadelesindeki görevlerin
yalnızca sendikal mücadeleye indirgenmesine şiddetle karşıyız.
Komünistlerin asli görevlerinden biri ise, işçi sınıfının öz
örgütlerinin inşası için faaliyet yürütmekten geçtiğine
inanmaktayız. Sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin ve devrimci
bir işçi hareketi inşa etmenin yolunun buradan geçtiğini
düşünmekteyiz. Gerek sendikaların dışında kalan geniş işçi
yığınların örgütlenmesi ve harekete geçmesi için gerekse de
sendikaların tabanında anti bürokratik bir işçi hareketi inşa
etmek için, sınıf mücadelesini ekonomik, sendikalist mücadele
hapishanesinden çıkartıp, siyasal mücadele içerisine sokabilmek
için, işçi sınıfının öz örgütlerinin ( komite, konsey,
meclis, birlik) inşa edilmesini geliştirilmesini somut devrimci
görevlerimiz arasında tanımlarız.
Geleneğimiz
Gelenek
sorunu, geleceği kurma hedefini kuşananların tarihsel dersleri
ışığında devrimci mücadeleyi inşa etme sorunudur. Ciddi her
hareket, kendi geçmişi ve tarihiyle yüzleşmek zorundadır.
İleriye doğru yürüyebilmenin biricik koşulu geçmişin
tecrübelerinden beslenmekten geçer. Gelenek konusunda somut bir
netliği olmayan bir komünist hareket varlığını sürdüremeyeceği
gibi, salt gelenek üzerinden kendisini var eden bir Komünist
hareketinde geleceği olamaz. Gelenek sorunu basit bir tarih merakına
indirgenemez. Çünkü Komünist hareketin tüm tarihsel
kırılmalarındaki ayrışmalar bugün güncel konularda alınacak
tutumlarda belirleyici bir unsur olarak boy göstermektedir. İşçi
sınıfı, ezilenler, parti, sosyalizm, ulusal sorun, emperyalizm vb
tüm konu başlıklarından ne anlaşıldığını somutlama durumu,
aynı zamanda hangi geleneğin takipçisi olunulduğu sorusunun
cevabında vücut bulmaktadır. O yüzdendir ki gelenek sorununda
netlik önemli bir unsurdur. Gelenek sorununa ulusal bir düzlemde
yaklaşılamaz. Çünkü sınıflar mücadelesinde oluşmuş olan tüm
gelenekler, akımlar, enternasyonal düzlemde gelişmiş ve hayat
bulmuştur. Marksizmin tarih sahnesine çıktığından bugüne tüm
teşkilatlanmalarını, mücadelesini enternasyonal düzeyde
yürütmüştür. Kolektifimizin sahiplenmiş olduğu gelenek 170
yıllık mücadele deneyimine sahip Enternasyonal Marksist
gelenektir.
Bu
bağlamda kollektifimiz Komünist Birlik( 1847-1864), Uluslararası
İşçi Birliği 1. Enternasyonal, İkinci Enternasyonal (
1889-1914), Komünist Enternasyonal'in ilk 4 kongresi ve uluslararası
Bolşevik-Leninist sol muhalefet, 4. Enternasyonal'in politik
mirasını gelenek olarak kabul eder.
Türkiye özelinde
gelenek sorununu ele alırsak eğer; kolektifimiz yaşadığımız
coğrafyanın ilk Marksist teşkilatı olarak Sosyal Demokrat Hınçak
Partisi'ni kabul eder ve tarihsel kökleri olarak sahiplenir. 15
Haziran 1915 sabahı idam edilen Paramaz ve 20 Ermeni sosyalist
devrimciyi bu toprakların ilk devrimci önderleri olarak selamlar.
Hınçakları ve 20'leri dışlayan devrimci tarih yazımını da
resmi tarihe uygun bir tarih yazımı olarak mahkum eder.
Komünist
Enternasyonal'in Türkiye seksiyonu olarak Mustafa Suphi önderliğinde
kurulmuş 1920 TKP'sini, programını, politik mirasını gelenek
olarak sahiplenir. Mustafa Suphi sonrası TKP'nin sosyal şoven,
ikinci enternasyonalci çizgisi, Stalinizmin SSCB'ye ve Komünist
Enternasyonal'e hakim olmasından, Lenin sonrası Komünist
Enternasyonal programından bağımsız olarak ele
alınılamaz.
Ekolojik
Yıkım
Ekolojik
krizin boyutu gezegenimizdeki tüm canlıların geleceğini tehdit
altına alan kitlesel bir yok oluşa sürüklenme tehditini de
beraberinde getirmektedir. Kapitalizmin hüküm sürdüğü dünyamız
ölüm tehdidiyle karşı karşıyadır. Küresel ısınma ve iklim
krizi telafisi olmayan yıkımlara doğru koşar adımlarla
ilerlemektedir. Kasırgalar, yükselmekte olan deniz seviyeleri,
dumanlı ve zehirli hava, okyanuslardaki asitleşme ve ölü
bölgeler, ormanların imha edilmesi, türlerin yok oluşu, toprağın
aşınması, tatlı su rezervlerinin tükenmesi, ozon tabakasının
incelmesi, biyolojik bozulmadan muaf plastik ve kimyasal kirlenmeler,
ormansızlaştırma, çölleşme, antibiyotik dirençli bakteriler,
tuhaf hastalık ve salgınlar.... gibi kabarık bir liste mevcut. Bu
listedeki tüm soruların sebepleri küresel kapitalizmden
kaynaklanmaktadır. Ekolojik yıkım listesindeki tüm sorunlar
küresel sorunlar olmakla birlikte çözümü de küreseldir. 21.
Yüzyıl ekolojik yıkımın öldürücü biçimde kendisini var
ettiği bir çağdır. 21.yüzyılda dünyayı değiştirme
iddiasında olan, insanlığa yeni bir alternatif sunma mücadelesi
veren her akımın ekolojik krize dair cevapları, bir perspektifi ve
eylem programı olmak zorundadır. 21. Yüzyıldaki her politik akım
ekolojik krize verdiği yanıtlar ve ortaya koyduğu pratikler
içerisinde de değerlendirilecektir.
Yaşanan ekolojik krizin
boyutları daha üst aşamalara çıktıkça, gündelik hayattaki
etkileri daha yoğun hissedilmeye başlanmıştır. Kitlesel düzeyde
iklim krizi gündeme girmeye, yüksek sesle tartışılmaya
başlanmıştır. Ekoloji krizinin nedenini kapitalizmden kopartmak,
kitlelerin bu krize karşı seferber olma potansiyelinin önüne set
çekmek için ortaya atılan savları iki kategoride
değerlendirebiliriz.
Birinci sav, ekolojik krizin boyutunu
belirterek kıyamet senaryoları hazırlamak, insanlığın sonunun
yaklaştığını buna karşı hiçbir şeyin yapılamayacağını
savunan görüşlerdir.
Bu görüşlerde kıyamet senaryolarını teolojik argümanlarla
destekleyerek komple bir umutsuzluk üreterek, kadere razı olmayı
tembihleyen anlayıştır.
İkinci anlayış ise içinde
bulunduğumuz ekolojik krizin faturasını insan türünün evriminin
sonucuna kesen anlayıştır. Bu insan kategorisinin içinde;
sınıfsal, cinsel, etnik ve kültürel farklılıkların yok
sayılması, ekolojik yıkımında sorumlusu olan kapitalizmin
suçlarını tüm insanlığa pay etmektedir. Çözüm önerisi
olarak insanların doğaya karşı bilinçli olmasını, bu noktada
farklılıklar yaratılmasını, eğitilmelerini, hükümetlerin
çevreci politikalar izlemeleri gerektiğini savunurlar. Mevcut çevre
hareketlerini de hükümetlerin doğa dostu politikalar yürütmeleri
ekseninde basınç oluşturmaya yöneliktir. Herhangi bir iktidar
perspektifi ve yeni bir dünya alternatifi mevcut değildir.
Kapitalist hükümetlerin göstermelik yaptıkları "doğa dostu
" uygulamalarını ve şirketlerin kendilerine prestij
kazandırmak için gerçekleştirdiği doğa projelerini alkışlayarak
bunları kazanım diye selamlamaktadırlar. Bu anlayışlar ekolojik
kriz konusunda hedef şaşırtan etmenlerdir, her fırsatta maskeleri
düşürülmelidir. Kapitalizm her şeyi kendi mülkü olarak görür.
Mülk edindiği her şeyin üzerinde rant ve kar elde etmek için
sınırsızca çalışır. Kapitalizmin hegamonyası altında doğa,
kendisine ait olmayan amaçların aracıdır, sınırsızca
kullanılacak, bitmez tükenmek bilmeyen bir kaynak olarak görülür.
Kısacası kapitalizmde doğa burjuvazinin mülkiyetindedir, kâr ve
rant elde etmek için yok olana kadar yağmaya ve talana maruz
kalması bir sorun teşkil etmemektedir. Neo-liberal dönüşüm
süreciyle birlikte kapitalizm aşırı derecede bireyselleşmiş ve
yoğun tüketimi teşvik etmektedir. Tükettiği ölçüde var olmak
kapitalizmin altın kuralıdır. Bir taraftan sürekli olarak
tüketimi teşvik etmekte, bir taraftan plansız ve rekabet halinde
üretimde bulunur. Bu tüketim biçiminin önlenemez sonucu doğanın
talanının katmerlenerek büyümesidir. Kapitalizmin bu tüketim
çılgınlığının her faaliyeti, emekçi sınıfların daha fazla
sömürü, yoksulluk, geleceksizlik yaratırken, doğada da aynı
oranda ekolojik yıkım yaratmaktadır. Gıda alanındaki yansıması;
endüstriyel tarım, Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar, yeni tarım
alanları için ormansızlaştırma politikaları, seri gıda
üretimleri için doğayı tahrip eden tarımsal ilaçlar....
Enerji
ihtiyacı içinde; Nükleer, HES, Termik Santraller gibi çözümleri
kullanmaktadır. Her şeyi kâr ve rant aracı olarak gören
kapitalizmin, tüm düşünce sistematiği araçsaldır, hesapçıdır,
egoisttir, güç ve iktidar fetişizmi üzerinden var olur.
Kapitalizmin bu karakteristik özelliklerinin sonucu; faaliyet
yürüttüğü tüm sektörlerde ekolojik yıkımlar yaratmak olarak
dönmektedir. Toparlarsak; tüm ekolojik yıkımların temelinde
kapitalizm vardır. Kapitalizmle radikal bir hesaplaşmaya girmeden,
onu aşıp yeni bir dünya hedefi doğrultusunda mücadele etmeyen
hiçbir alternatif ekoloji krizine çözüm getiremez. Bu yüzden dir
ki, sınıf mücadelesinden yalıtık, bağımsız bir etmen olarak
değerlendirilemez.
Enternasyonal
Komünistlerin Acil Somut Görevleri
Komünist
devrimcilerin görevi küresel kapitalizmi imha etmektir. Amaçları
sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz, devletsiz, patronsuz bir dünya
kurmak, tüm ezme ezilme ilişkilerine ve ayrıcalıklarına son
vermektir. Yöntemleri ise proleter dünya devrimidir. Bu amaç ne
tarihin evriminin hediyesi olacaktır nede kendiliğinden
mücadelelerin sonucu olacaktır. Bu amaca ulaşmanın yegane aracı
Enternasyonal Komünist İşçi Partisinin inşasından geçmektedir.
Bugün kapitalizmin küresel düzeyde çoklu bir kriz içerisinde
boğulmakta, toplumsal rıza üretme yetisini kaybetmekte, tel tel
dökülme süreci içerisindedir. Her şeye rağmen kapitalizmin hâla
ayakta kalabilmesinin temel sebebi, kapitalizmin krizine paralel
olarak emekçilerin ve ezilenlerin devrimci önderlik krizi içinde
olmasıdır. Bu kriz kapitalizmi atakta tutan temel etmen olmakla
birlikte insanlığı ve tüm canlı türlerini barbarlık içinde
yok oluşa sürüklemektedir. Komünistlerin en acil görevi
ihtilalci ruhu kuşanıp enternasyonal devrimci önderliğin inşasına
odaklanmak. Tüm faaliyetlerini, pratiklerini, stratejilerini bu
hedefe yönelik sürdürmelidir. Devrimci önderlik sorununu aşmanın
yegane yolu sistemli, bilinçli, planlı, örgütlü bir hazırlık
sürecinin içerisine girmek ve somut devrimci hazırlık görevleri
tayin etmekten geçmektedir. Parti öncesi dönemin tüm örgütlülük,
devrimci inşa için hazırlık çalışmalarını şu öncelikler
çerçevesinde somutlayabiliriz.
"Devrimci Parti bir
fikirle, sınıflı toplumun çok güçlü aygıtına yönelmiş bir
programla işe başlar. Kadrolar fikirleri değil, fikirler kadroları
yaratır' ( Lev Troçki)
Partilileşme sürecinin ana halkası
program, ilkeler, amaç ve önceliklerde uzlaşmış bir komünist
çekirdeğin oluşmasıdır. Bir devrimci grup kendi iç işleyişi,
çalışma tarzı, pratik faaliyetlerinin idealize ettiği düzenle
örtüşmesi gerekmektedir. Amaç ve ilkelerden taviz verilerek
gerçekleşen her pratiksel adım geriye savruluşun yollarını
açar. İlkelerden verilen her taviz komünist inşanın sekteye
uğraması ve deforme olmasıyla sonuçlanır. Yola çıkarken
devrimci komünist özneleşme iddiasını kuşanan birçok grup,
kısa zamanda kitleselleşmek için programlarını ve söylemlerini
yumuşatma yolunu seçerek tasfiyeci bir rotaya evrilmiştir.
Kitleselleşmek uğruna ilkesiz tutumlar takınmak, program ve
söylemleri yumuşatmak, kendi programının tarihsel haklılığına
güvenmemenin, küçük burjuva zemine dayanmanın da bir
göstergesidir. Günümüz koşullarında enternasyonal komünist bir
çekirdeğin inşası yolunda ilk yerine getirilmesi gereken temel
görevlerin başında teorik üretim gelmektedir. Bu görevin işlevi
Enternasyonal Komünist program, propaganda, devrimci militanların
yetişmesinin temelini oluşturmaktır. Hazırlık dönemi açısından
teorik üretim çalışmasının somut hedefleri Enternasyonal
Komünistlerin diğer siyasal akımlardan temel ayırt edici
yönlerini kalın çizgilerle ortaya koymak, güncel durumlarda
Enternasyonal Komünist programın kılavuzunda tutum almak,
Enternasyonal Komünist programı ve propagandayı sınıf
mücadelesinin içinde yaşatmaktır. Teorik üretime paralel olarak
yürütülmesi gereken bir diğer görev ise kadrolaşmaktır. Bir
devrimci parti Komünist bireylerin toplamı değil, Komünist
bireylerden oluşan organ ve örgütlenmelerin kolektif
birlikteliğinin toplamıdır. Komünist kadroların eğitimi ve
gelişimi yalnızca teorik okumalar ve kolektif tartışmalardan
ibaret değildir. Sınıf mücadelesinden, kitle ilişkilerinden,
toplumsal mücadelelerden kopuk bir kadrolaşma sağlanamaz. Hazırlık
döneminin bir diğer görevi ise sınıf içerisinde ajitasyon,
propaganda, örgütlenme faaliyeti yürütmek, devrimci çekirdeğin
gücü oranında tüm toplumsal mücadelelere kendi talepleriyle,
programıyla, kendi kimliğiyle iştirak etmesinden
geçmektedir.
Hazırlık dönemi boyunca da, sonrası içinde
örgüt sürekliliğini ve güvenliğini güvence altına alacak
tarzda kadrolaşma, profesyonelleşme hazırlık döneminde
kazanılması gereken hayati konuların başında yer alır.
Enternasyonal Komünistlerin bugünkü öncelikli ödevlerini yerine
getirmesinin koşullarının başında, maddi, teknik, dijital,
altyapı kaynak ve imkanlarını titiz ve hızlı bir biçimde
oluşturmaktan geçmektedir. Hazırlık döneminin öncelikli
görevlerini sekteye uğramadan getirebilmek için maddi, teknik,
dijital olanakların alt yapısını oluşturmaktan
geçmektedir.
Devrimci hazırlık dönemi çerçevesinde
çözülmesi gereken öncelikli görevler dururken "kitle
çalışması", " devrimci eylem" adı altında
amaçsız, partilileşme stratejisiyle bağdaşmayan, kuyrukçu,
kendiliğindenci bir mantıkla oradan oraya koşup, kendini yoran,
dağıtan, dönemin mevcut akıntısına kapılan dar pratikçi
çalışma tarzından kaçınılmalıdır. Yalnızca hareket olsun
diye, kendi kitlesini motive etmek için amaçsız, somut sonuçlar
getirmeyen bir pratiğin içerisine girmenin açmazları devrimci
hazırlık dönemini sabote eder. Parti değilken parti gibi
davranmak, hiçbiri uygulanmayan taktikler ve eylem planı önermek,
etkili bir komünist çekirdeğe, örgüte sahip değilken, sınıf
içersinde herhangi bir tabana sahip değilken milyonlara eylem
çağrıları yapmak içi boş bir lafazanlıktan başka bir şey
değildir.
Hazırlık döneminde sınıfın stratejik iş
yerleri, iş kolları belirlenip, orada uzun süreli, sabırlı
devrimci temelde çalışmalar yürütülmelidir. Bu çalışmalar;
sendikalist, ekonomist bir temelde değil enternasyonal komünist
temelde sürdürülmelidir. Hazırlık dönemindeki sınıf
çalışmasının temelinde Enternasyonal Marksizmle kuşanmış
militan işçi öbekleri oluşturmak vardır. Bir devrimci grup işçi
sınıfı içinde Enternasyonal Marksist fikirleri taşıdığı ve o
fikirler etrafında örgütlenmeler yapabildiği ölçüde devrimci
bir işçi hareketi ve devrimci parti inşasına yakınlaşmış
olacaktır. Bir partinin programı ve söylemleri ne kadar devrimci
olursa olsun ne kadar sınıfçı bir çizgide olursa olsun partinin
üyeleri, tabanı, kitlesi, kadroları işçi sınıfına
dayanmıyorsa devrimci partiye dönüşemez. O yüzdendir ki hazırlık
döneminin temel önceliklerinden biriside sınıf içinde
kadrolaşmak ve enternasyonal komünist militanlar kazanmaktır.
Enternasyonal Komünist İşçi Partisi inşası hedefinde yolumuz
açıktır. Unutmayalım ki; taşı delen suyun gücü değil
damlaların sürekliliğidir. Bizim devrimci kalkışımız burjuva
etkinliğinin tüm yeryüzünde ortadan kaldırılması imkanını
zorlayan şiirsel bir adalet arayışı olarak başlayacak, eşitlikçi
ve militan bir özgürlük yürüyüşü olarak gelişecek,
sömürünün, yoksulluğun, ezilmişliğin yaşandığı tüm
coğrafyalara taşınacak ve coşkulu bir ırmak gibi bütün
ülkelerin sınırlarını aşacak ve güçlü bir kasırga gibi
burjuvazinin tüm kalelerini yıkacaktır. Bu yürüyüş Komünist
bir dünya kurulana dek sonlanmayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder