Bu Blogda Ara

Öne Çıkanlar

Kapitalizm ve Otizm

Otizm günümüzde tedavi edilmesi gereken bir hastalıkmış gibi görülür. Bunun tek sebebi kapitalizmdir. Kapitalizm otizmi bir engel haline get...

25 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir Merak Konusu: İşçi Konseyleri






Marksistlerin hepsinin uzlaştığı konu işçi iktidarıdır. Kendilerini Marksist sanan Sosyal Şovenlerin, küçük burjuva ideologlarının ve oportünistlerin bu listenin dışında kaldığını belirtmek gerekir. İşçi iktidarının sağlanmasının nasıl olacağı ise elbette bir merak konusu olmakta.

Bu iktidar aygıtının nasıl işlemesi gerektiğine ve işleyeceğine dair şunları söylemek gerekir: İktidarın işçi iktidarı olması yalnızca iktidarın işçilere verilmesiyle mümkündür. Bu apaçıktır. İktidar işçilerden uzaklaştıkça devrim bürokratik kast doğuracaktır. Bu da apaçıktır. Bazı kesimler için bunlar “demokratik zırvalıklar” olmakta ve işçi iktidarının “işçi partisi” ile sağlanacağı çünkü işçi partisinin işçilerin çıkarını savunduğu apaçıktır. Parti elbette ki önemli bir örgütlenme aracıdır ama partinin amacı devrimi öncülemektir. Bazı kesimler ise devrimin öncülerinin işçiler olduğunu, partinin öncü olmasının proleter saflardan uzaklaşma olduğunu söyleyecektir. Henüz bir devrim gerçekleşmemişken işçi sınıfının militan kesimlerinin öyle ya da böyle örgütlenmesi bir zorunluluktur. Militanlar, örgütlenmeden devrimi başlatamaz, devrim militanlar olmadan var olamaz. 


 Başlangıç olarak değinmek istediklerim bunlardı. Şimdi ise devrimci amaç ve devrimci örgütlenme konusunda konuşalım.


 Bir işçi devrimi, doğal olarak, işçilerin iktidarını ve özgürlüğünü hedefler. Fakat işçi devrimi aynı zamanda tüm ezilenlerin, hayvanların, doğanın yani gezegenin devrimidir. Bir devrimci ise hem kendi hem de toplumsal özgürlüğünü hedeflediği için devrimcidir. Bireyi kutsal kılmak için onu çarmıha geren toplumsal düzeni yıkmalıyız. Ve bu sorun ancak kan ve demirle çözülebilir. Bu apaçıktır. En azılı devrimciye mutlak iktidarı verin, 2 yıla çardan beter olacaktır. Bu da apaçıktır. Ancak bazı kesimler bu konuda sağlıklı düşünemez olsalar ki Sovyet Devleti fanatizminden dolayı kendilerini kör etmiş durumdadırlar. Onlara tek söyleyebileceğim şey kapının orada olduğudur. İşçi devrimi, işçilerin olmalıdır. Bir komünist olarak kendi kurtuluşumun sınıfsal kurtuluşumdan geçtiğinin farkındayım ve konunun sadece ben olmadığımın da farkındayım. Ben dünyanın kurtulmasını istiyorum ve kendime rehber olarak Marksizm’in bayrağını seçiyorum. Kimse motivasyon olmadan devrimci olmaz, benim motivasyonum sınıfsal kurtuluştur ve işçinin vatanı değil, sınıfı vardır. Beni bu sözlerim yüzünden “idealizm” ve “romantizm” ile suçlayacak bazı sözde aydın solcular işçi sınıfının devrimci motivasyonunun ne olduğunu bilmekten veya bildiğini düşünmekten aciz durumda olduklarını belli etmektedirler. Bu motivasyon apaçık biçimde özgürlük ve ürettiğini elde etme motivasyonudur. Bu yüzden devrimci mücadelenin temel doktrini işçi iktidarı olmalıdır ve hayır, işçilerin adına yöneten bir kastın değil; doğrudan işçilerin iktidarı olmalıdır!


 Yoldaş Troçki’ye insanlığın komünist geleceği için verdiği mücadele için bu yüzden saygı duymaktayım. Fransız Komünarları, Sol Muhalefet ve nice martir boşuna ölmemiştir. Bir Stalin öldü, Bir Kruşçev geldi fakat bir Troçki öldü onun yerine bin Troçki geldi! 


Komünist tarihin unutulmaz kayıplarından alınacak çok ders vardır. Özellikle yaşadığım ülke Türkiye’de ne kadar devrimci öldü, bilinmez. Türkiye’de eceliyle ölen kaç devrimci olmuştur? Yıllar öncesinde radikalleşmiş Türkiye Proletaryası bir devrimci potansiyele sahip iken neden başarısız olmuştur? Militan işçiler tam da dediğimiz gibi, devrimci partilerde örgütlenmiş ve 40 yıldır (hatta Erzincan Sovyetinden beri!) günümüzde bile savaşmaya devam etmişlerdir. Sayıları azalmış, yoldaşları, yakınları, çocukları bile öldürülmüş; dağlara kaçmak zorunda kalmış, bazıları açlıktan; bazıları soğuktan ölmüştür. Bunun sonucunda ise bu kadar devrimcinin ölmesini gören Türkiye Proletaryası çözümü seçimlerde aramıştır. Fakat bu seçim beklentisinden önce devrimci ağırlıklı fabrikalar, mahalleler, şehirler oluşmuş; bunlar devrimci bilince sahip olmalarına rağmen devrime varamamışlardır. Oysa ki yerel konseylerini oluştursalar, barikatlar kurulsa, ürettiklerini kendileri için ayırsalar bu devrimci eylemin önüne kim çıkabilir? Çıkan kim hayatta kalabilir? Ancak yerel konseylerin birbirlerinden izole olması bu durumu tersine çevirirdi. Bu yüzden kendilerine çatı olacak bir öncü parti gereklidir. Bu lafımla işçi konseylerinin özyönetimine karşı olduğumu sanmayın! Aksine, devrimci partinin şımartılmaması gerektiğini, devrimin gücünü işçi kitlelerinden aldığını düşünüyorum. Ben de sürekli patron gazabına uğramış bir işçi kadar ne altımda ne de tepesinde efendi isteyen birisiyim. Yaşam güzel. Gelecek kuşaklar onu tüm kötülüklerden, baskılardan ve şiddetten ayırsınlar ve yaşamın tadını çıkarsınlar. Temel arzum budur.


 Şimdi ise devrimci parti ve proletarya diktatörlüğü konusunda konuşmamız gerekir. Proletaryanın iktidar olabilmesi için devrimi başarmış olması, onu çarmıha geren toplumsal düzeni yıkmış olması gerekmektedir. Geriye ise kendi yarınını inşa etmek kalmıştır. Sınıfların olmadığı, efendilerin olmadığı, patronsuz; sömürüsüz ve hudutsuz bir dünya inşa etmek. İşte bu iyi, herkesin kazandığı; herkesin olacak! Bunu yapmak için bizce hemen toplumun gücünü aldığı kitlenin toplumun yönetimini doğrudan devralması gerekmektedir. Bu ise işçilerin (başka hiçbir unsurun değil!) söz aldığı işçi konseylerinin iktidarıyla mümkündür. Yönetilen bensem devrim benim devrimim değildir. Burada anlattığım şeyden çıkarılması gerekilen şey benim bir anarşist olduğum değildir, benim proletarya üzerindeki tüm iktidarları yıkmak istediğimdir. Lenin Devlet ve Devrim adlı eserinde temsiliyetin aniden kalkamayacağını açıklamıştı: 


 Memurluğu [officialdom] bir anda, her yerde ve tamamen ortadan kaldırmak söz konusu olamaz. Bu bir ütopyadır. Fakat eski yönetim aygıtını [bürokratik aygıtı] hemen parçalamak ve her türlü memurluğu yavaş yavaş ortadan kaldırmayı mümkün kılacak yeni bir aygıtın inşasına hemen girişmek, işte bu bir ütopya değil, Komün’ün deneyimidir, devrimci proletaryanın dolaysız ve acil görevidir.


 Kapitalizm ‘devlet’ yönetiminin işlerini basitleştirir; ‘tepeden inmeciliği’ bir kenara atmayı ve bütün meseleyi, toplumun tamamı adına ‘işçi, ustabaşı ve muhasebeci’ istihdam edecek olan proleterlerin (egemen sınıf olarak) örgütlenmesine indirgemeyi mümkün kılar.


 Biz ütopyacı değiliz, her türlü yönetimi, her türlü ast-üst ilişkisini bir çırpıda ortadan kaldırabileceğimiz bir ‘hayal’e kapılmıyoruz. Proletarya diktatörlüğünün görevlerinin anlaşılamamasından kaynaklanan bu anarşist hayaller Marksizme tamamen uzaktır ve aslına bakılacak olursa, sosyalist devrimi insanların tümden değişecekleri güne havale etmek dışında bir işe yaramaz. Hayır, biz sosyalist devrimi ast-üst ilişkisi, denetim, ‘ustabaşı ve muhasebeciler’ olmadan yapamayacak olan bugünkü insanlarla gerçekleştirmeyi istiyoruz.[1] 


 Burada Lenin’in dediğini anlamak lazım. Lenin’in en önemli teorilerinden birisi olan “işçi öncülüğünü” hepimiz biliriz. Bu memurlar Sovyet Demokrasisi sisteminde işçi konseyleri tarafından atanır, istenilen zaman geri alınır. Ayrıca, Lenin alıntının devamında her türlü teknisyen vb insanların bu memurlara rehberlik etmesi gerektiğini belirtmiştir. Buradan anlaşılan şudur ki memurların atanma ihtiyacını doğuran şeylerden birisi nitelikli emek eksikliğidir. Lenin, basit hesap işlemleri gibi herkesin yapabileceğini (en azından insanların genelinin yapabileceğini) düşündüğü işlemler için memur atamanın gereksiz olduğuna, herhangi bir kent sakininin “bir işçi ücreti” sağlandığı müddetçe bunları yapıp hayatına devam edebileceğini şu sözlerle belirtmiştir:


 Ne var ki ast-üst ilişkisinde tabi olunması gereken, bütün sömürülenlerin ve emekçilerin silahlı öncüsü, yani proletarya olmalıdır. Devlet memurlarının ‘tepeden inmeciliği’ yerine ‘ustabaşı ve muhasebeciler’in basit işlerini koyacak bir başlangıç yapılabilir ve yapılmalıdır. Nitekim bu işler şimdiden herhangi bir kent sakininin altından kalkabileceği ve ‘işçi ücreti’ karşılığında pekâlâ yapılabilecek niteliktedir.[2]


 Bu ne mi demektir? Halkta emeğin niteliği arttıkça memurlara ihtiyacımız yok demektir. Memurların sönümlenip gitmesi tam da bu anlama gelir ve gelmek zorundadır. Herkesin yapabileceği bir işi neden seçilmiş bir birey yapmak zorunda olmalıdır? Cevap basit; olmamalıdır. Herkes o işi yapabiliyorsa proletarya iktidarında o işi yapacak bir memura ihtiyaç yoktur, herhangi bir kent sakini vaktinden biraz ayırıp o işi halletse bu bizim için kâfidir. Bundan çıkarılacak önemli soru ise günümüzde emeğin niteliğinin ne olduğudur. Ben söylemek isterim ki günümüzde emeğin niteliği[7] iş bölümüyle boşaltılmış (hiç dolmamış olsa bile) olsa dahi devrim bu boşaltılan emeği dolduracak muazzam bir potansiyele sahiptir. Bir toplumu baştan inşa etmek bir tarım toplumu için asırlık bir süreç olabilir ama sanayileşmeyi büyük oranda tamamlayıp sektörel dağılımlarında hizmet sektörünü altın harflerle birinci sıraya yerleştirmiş bir pre-revolt[8] toplumun devrimden sonra kitlesel yeniden dönüşüm (okuyana iş çalışana okuma hakkı) politikasına gitmesiyle birkaç yıl içerisinde bomboş kalmış emeğin nitelikle dolup taşması çok kolaydır.


 Değinmek istediğim başka bir konu ise Engels’in Bebel’e olan mektubudur. Bu mektubun bizce en önemli alıntısı şu olmaktadır:


 Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için, biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.[3]


 Burada konuşulmuş ve bahsedilmiş konu devletin, proletarya için bir kurumdan ziyade durum olduğudur. Engels’in otorite üzerine yazdıklarını bir bürokratik kastın[9] -ki buna parti diktatörlüğü dahildir- toplumun geri kalanına olan zor merkeziyetçi bir yapı olarak yorumlamak düpedüz darkafalılık olmaktadır. İşçi “konseylerinin” (veya Türkçe’mize geçtiği haliyle ‘şûralarının’ veya ‘kurultaylarının’) gönüllülüğü olmadan, işçilerin rızası olmadan bir işçi diktatörlüğüne dayalı merkeziyetçilik kurulamaz. Kurulan şey olsa olsa bir kastın merkezi otoritesi olur. Devrimci parti elbette ki çok önemli ve değerlidir. Ancak devrimci partinin rolünün çarpıtılması, bir politik örgütlenme organından bir otorite olmasına dair olan tüm iddiaları, devrimden sonra “Gemein”de (Türkçesi Asram[10] olmaktadır) “devlet mülkiyeti” denen şeyin varlığından bahsedemeyiz. Proletarya -ki günümüzde toplumun ezici çoğunluğudur- mevcut burjuva iktidarını yıkıp yerine yenisini koyduğunda, eski iktidarın direnişçilerini “devlet” durumuyla ezdiğinde ve mülkiyeti kendi “devlet mülkiyeti” altına aldığında aslında ona pek de “devlet mülkiyeti” diyemeyiz. Çünkü artık toplumun genelini bastıracak bir devlet yoktur. Sınıf uzlaşmazlıklarına karşı devlet kurulur, evet. Ama bu, çok küçük bir azınlık olan burjuvazi ve destekçileri için tüm toplumu içine alan bir devleti mi doğurur yoksa proletaryanın bu direnişler karşısında mevcut toplumsal örgütlenmesi bu direnişleri bastırmak durumunda mı bulunur? Çünkü şu barizdir ki ortada bir devlet yok ise (ki bizim terminolojimize göre Paris Komünü temsili kurumları olmasına rağmen devlet sayılmaz.) emek özgürdür. Madem ki devlet kurumu emeğin köleliği üzerine kurulur, emeğin köleliği olmadığı durumda devlet kurumu var olamaz. Paris Komünü konusundaysa, Lenin Paris Komünü hakkında “yarı devlet” tabirini, Engels ise “devlet olmaktan çıkmış” ve “Proletarya Diktatörlüğü” tabirlerini kullanmıştı.[4] Bunun sebebi ise emeğin köleliği kalkmış, emeği köleleştirmek isteyenlerin otoritesi kalkmış ve otorite onlara karşı uygulanmaya başlanılmıştır. Demek istediğim şu cümlede özetlenebilir: “Proletarya devlet kurumunu bir kez lağvettiği vakit dönebileceği tek devlet kurum değil, durum olan devlettir.” Neden mi durumda ısrar ediyorum? Çünkü İşçi Şûraları Asramı kurulduktan sonra sınıfsızlaşma süreci (Lenin’in sevdiği tabirle “devletin sönümlenmesi”) başlamış bulunur. Temsili kurumlara emek niteliğinin dolup taşmasıyla birlikte ihtiyaç kalmaz. Ortada burjuva denen şey kalmamış olur çünkü ya darağacındadır ya da yeni düzene boyun eğmiştir. Sınıfsızlaşma sürecinin tamamlanmasıyla, sosyalist sürdürülebilir ekonominin kesin gereklilikleri emek veriminin yüksekliği ve üretim kaynakları sorunu çözülmesiyle birlikte sosyalizmin önünde hiçbir engel kalmamış olacaktır. İşte bu olduğunda özgürlük var, devlet yoktur. “Devlet yoksa nasıl yaşayacağız?” gibi sorulara cevabımızı zaten belirtmiştik fakat Engels ve Lenin’den yaptığımız alıntılar ve birkaç kelimenin Türkçeleştirilmesiyle cevabımız daha da nettir: İşçi Şûraları Asramını kuracağız!


 Şimdi ise değinmemiz gereken çok önemli bir konu var. Devletin sönümlenmesi -ki ben buna sınıfsızlaşma diyorum- yüzyıl önce nasıl mümkün idi ve şimdi nasıl mümkündür? Temsiliyetin emek niteliğiyle birlikte yok olacağını belirtmiştik. Sürdürülebilir bir sosyalist ‘ekonomi’ için ise emek verimi ve genel anlamda kaynak yeterliliği gereklidir demiştik. Yüzyıl öncesinin dünyasında emek veriminin çok düşük olduğunu, kaynakların (toplumsal üretim ihtiyaçları ve tüketilen ürünlerin bütününün) azlığını ve emek niteliğini göremeyiz. Bu yüzdendir ki o zamanlar sanki bir video oyununda bölüm atlayacakmışız gibi işçi diktatörlüğünden sosyalizme geçiş yapacağız algısı hakimdi. Oysa ki bu geçiş tıpkı evrim gibi, süreğen bir geçiştir. Bu yüzden sönümlenme denilmiştir. Günümüze gelecek olursak emek veriminin çok yüksek olduğuna şahidiz. Hizmet sektörü bence bu sebepten yükselmiştir çünkü 100 kişinin yapacağı sanayi işini emek verimi arttıkça 10 kişi yapıyorsa 90 kişi derhal işinden atılır ve sanayi ve tarımda kendilerine artık ihtiyaç olmadığı için mecburen hizmet sektörüne atılır. Bu açıdan hizmet sektörü ne kadar yüksekse emek verimi o kadar yüksektir. Günümüzde Türkiye dahil olmak üzere birçok ülkede hizmet sektörünün oranı çok yüksektir.[5][6] Emek verimi var, eminiz. Kaynak ise, günümüzde tohum ıslahı, gelişmiş kazı teknolojileri ve birçok şey sayesinde bir “Avrupa Asramı” kurulsa bile doğalgaza bile ihtiyaç kalmayacağını, yenilenebilir enerjilerin önündeki engelin kapitalizm olduğunu da hesaba katarsak söyleyebiliriz. Teknoloji çok gelişti, geniş çapta sürekli devrim ile başarıya ulaşan bir devrim (bütün olarak Avrupa gibi) kendi içinde izole olsa bile kaynak sorunu yaşamadan komünizme erişebilir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki bu “geniş çap” ne kadar geniş? Bu geniş çapın örneğin Sırbistan ile kısıtlı kalmaması lazımdır. Küba ile de kısıtlı kalmaması lazımdır. Bu “geniş çap” öyle bir genişlikte olmalıdır ki hem kendisine yetecek hem de pamuk ipliğine bağlı dünya ekonomisini yerle bir edecek düzeyde olsun. Ve bu geniş çaptaki nitelikler o kadar çok olsun ki kendisinin dünyaya ambargo koymasını bir kenara bırakalım, devrimin burada başarılı olması bile dünya kapitalizmini derin bir krize soksun. Bu yüzden sürekli devrimi savunmak zorundayız. Bir Avrupa Asramı veya Asya Asramı (sadece Çin değil!) Dünya ekonomisini öyle bir iflasa götürür ki… Günümüzde dünya sanayisi Asya, Avrupa ve Amerika’dadır. Tüm bu bölgeler birbirlerine küreselleşme yüzünden muhtaç bırakılmıştır. Bunların bir tanesinin devrimin elinde olması, diğerlerini derin bir krize sokar. Ayrıca, bu muhtaç olma durumu bir demokratik merkeziyetçi planlamada geçerli değildir, kaynaklar oradadır (petrol vb olmadığı sürece) ve kullanılmayı bekliyor. Bu yüzden dünyanın işçilerinin tek yapması gereken şey birleşmek. Kaybedecekleri hiçbir şey yok, kazanacakları ve kısa bir sönümlenme süreciyle (çünkü artık sosyalizmin koşulları olgunlaşmıştır) kuracakları bir yeryüzü cenneti var!


 Tüm bu mevcut dünya koşullarıyla sosyalizmin kurulması bir devrim meselesidir. Uzun yıllar sürecek bir sönümlenmeden artık bahsedemeyiz. Sönümlenme olacaktır ama uzun sürmeyecektir. Medeniyetin, emeğin bu kadar geliştiği bir dünyada, yapay-zekanın üretime dahiliyetinin de başlamasıyla yani emek veriminin önümüzdeki yıllarda katlanması ihtimaliyle insan yanıltıcı bir mutluluk sağlayan avutmalara olan ihtiyacını yitirecektir. Bırakın tüm dinlerin din adamları başka bir dünyada, öldükten sonra cenneti vaat etsinler. Biz cenneti yeryüzünde kuralım!

-Çita Teona

Dipnot ve Kaynakça:


[1]: [Agora Kitaplığı, Devlet ve Devrim sf. 52]

[2]: [Agora Kitaplığı, Devlet ve Devrim sf. 52]

[3]: http://kutuphane.halkcephesi.net/Marks_Engels/Secme%20Eserler%203/bebel.html

[4]: Lenin – Devlet ve Devrim

[5]: https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Isgucu-Istatistikleri-2021-45645

[6]: https://www.researchgate.net/figure/Sectoral-composition-of-output-Source-The-World-Bank-2016-Worldwide-Governance_fig1_326560461

[7]: “emek niteliği” bizim terminolojimizde toplumdaki emekçilerin ne kadar nitelikli olduğunu belirtmek için kullanılır. Emek niteliğinin yüksek olması toplumun niteliğinin yüksek olması gibi düşünülebilir. 

[8]: Sosyalist devrimden önceki toplum.

[9]: Toplumun tabanının denetleyemediği, söz hakkına sahip olmadığı bürokratik grup.

[10]: Asram, “insan toplulukları”, “topluluklar” anlamına gelen, Almanca’daki “Gemeinwesen” kelimesinin Türkçe karşılığı olan Farsça kökenli bir kelime.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

En Çok Okunanlar