Ahlak var olan küresel düzenin gerçeklerine yönelik kendiliğinden oluşan bir yapıya sahiptir. Günümüz ahlak kaideleri mevcut küresel düzenin (kapitalizmin) gerçeklerine dayanarak kendi kendini oluşturmuş baskılar bütünüdür.
Sermaye çarklarının tarihi uzamsal niteliğini meşru kılmak nedeni ile sermayedarların büyük ölçüde din maskesi ardına saklanıp veyahut toplum düzenini bahane eden üst sınıfın halka şirin gözükmeye çalışan sermaye bekçilerince tekrar edilen bu normlar, egemen sınıfın çıkarlarını korumaya yarayan soyut bir güçtür. Güncel problemlerin her birinin sınıfsal olduğu çağımızda ahlakın da karşımızdaki düşmanlardan biri olduğunu idrak etmemiz gerekmektedir. Ahlak kendi içinde belli başlı ayrılmaları olan -ancak her birinin anlamsız baskı mekanizmaları olduğu aşikardır- bir yapıya sahiptir. Örneğin toplum nezdinde ahlak deyince akla ilk kadın gelmekle beraber kadın erkek ilişkileri incelenir ve bu konu mütemadiyen yatak odasına kadar ilerler. Bunun dışında eylem ahlakı, devrimci ahlak, ahlaki hümanizm gibi kavramlar da vardır. İnsanı merkeze alan birçok ahlaki kuram da devrimci kitlelerin eylemlerine yönelik çok büyük bir baskı mekanizmasıdır.Toplum Nezdinde Kadın ve Ahlak
Giriş paragrafında bahsettiğim üzere toplum nezdinde ahlakı ele alan insanlar istisnasız bu konuya kadın, kadın erkek ilişkileri, cinsellik gibi konulardan giriş yaparlar. Öncelikle bu genel geçer mitlere ve tezlere değinelim.
Toplum nezdinde kadına addedilen rollerin her birinin nedeni güncel sınıfsal ayrım sonrası oluşan (sanayi devrimi) ahlak yapısı ile bağlantılıdır. "Feminizmin sınıfsal niteliği" yazımda bundan bahsetmiştim ancak yine değinecek olursak; örneğin kadınların eve hapsolması, mutlaka bir aile kurması, çocuk sahibi olması, çalışmaması, kibar olması, kocasına ses çıkarmaması, ev işleri ile meşgul olması vb nedenlerin bir çoğunu önceki yazımda şöyle temellendirmiştim: Sanayi devrimi sonrası oluşan toplumda fabrikalarda kol gücü esas olmuş ve sermayedarlar, sermayenin varlığı dolayısıyla sadece kâr oranını arttırmaya yönelik bilince sahip olarak işyerlerinde kadına ihtiyaç duymamıştır. Sanayi devrimi ve kapitalizmin doğuşu nedeni ile hayatta var olabilmenin tek gayesi mülkiyet edinimi olmuştur, dolayısıyla kapitalizmin sermaye çarklarının temelini erkek oluşturmuş ve buna müteakiben eril ahlak kaideleri gün yüzüne çıkmıştır. Aileler çocuklarının olacağını duyunca "ya kız olursa" diye tedirginlik duyacak hale gelmiştir. Çünkü kadın, kapitalizmin kendisine addettiği vasıflara göre bir hiçtir. Bunun nedeni kapitalizmin temelinin kar edinimi olmasıdır, kadın iş hayatında erkek ile bir tutulmadığı için toplumda her zaman 2. plana atılmıştır.
Kız çocuğu dünyaya gelir ve hep bir hanımefendi olması istenerek buna göre eğitim görür, ev işlerinde ergenliğe girmeden meşgul olmak durumunda kalır, eğitim durumuna katiyen önem verilmez, evlenme çağına gelene kadar annesi tarafından bedensel durumu denetim altına alınır ve bir erkeğin evine alacağı nihai bir kız modeli oluşturulmaya çalışılır. Bu durumun ahlaki boyutu ise tamamen bu eğitimlere dayanır. Kadın kapitalizm esareti altında iş bulmakta güçlük çeker ve evlendirilmesine yönelik toplum nezdinde bir ahlaki mit oluşur. Günümüzde de kırlarda daha çok olmak üzere evlenmeyen kadınlara bir ön yargının olduğuna hepimiz şahit olmaktayız ki bu hep 50 sene önceki jenerasyonun zihnidir. (Sosyalist kadın hareketlerinin kazanımları neticesinde toplumda bu algı günümüzde biraz olsun çürümüş, kapitalizm ise bu kazanımları ve kadın hareketlerini sahiplenmeye çalışmaktadır.) Kadın evlenir ve fizyolojik gerekçeler itibariyle çocuk yapma zorunluluğu olur. Kadın kapitalist gerçekçiliğe göre toplumda yer edinemediğinden fizyolojik nedenleri itibariyle bir şeyle meşgul edilmek istenir. Bunun yanında Z kuşağından önceki jenerasyonlarda kondom yaygın olmadığı için nikahtan ilk çocuk dünyaya gelene kadarki süreç çevrelerce kadının kocasını tatmin etme "görevini" yerine getirmediği anlamına gelir. -günümüzde de bu tür ahlaki lümpen çıkarımlara çok yaygın olmasa da rastlıyoruz- Bu tezin ahlaki olarak bir sakıncası olmadığını düşünmüş olabilirsiniz, ancak kadının cinsellikten uzak kalmasına kafayı taktıran bu ahlak yapısının mimarı olan kapitalizm patriyarkal sisteminin aşıladığı algıya göre kadının erkeği memnun etme gibi bir zorunluluğu vardır. Çünkü erkek çalışır, para getirir, hanımına bakar, çocuğuna bakar ve haklı (!) olarak hanımından cinsel beklenti içerisinde olur. Çocuk dünyaya geldiği andan itibaren kadının toplum içindeki kısıtlı yeri de yok olmuş olur. Erkeğin çalıştığı ve evde olamadığı gerçeği itibariyle kadın hem ev işlerinin yükümlülüğünü eline alır hem de çocuk bakıcılığının sorumluluğunu sırtlanır.
Aile mülkiyet dağılımı eşitsizliğinin kolluk kuvvetidir. Bütün mülkler, metalar ve para erkeğin tapulu malıdır. Aile kurma aşamasında ahlakçı perspektife sahip kimseler ilişki üzerine kriterlerine aşkı dahil etmez ki bu inkar edilemez bir gerçektir. Bunu şu sekilde özetleyebilirim: Anne kızını zengin kocaya "vermeyi" düşler; bu mübadelede erkeğin metası; parası ve mülkleri, kadının metası ise güzelliği, ailesinin soyluluğu vb faktörlerdir. Bu mübadelede erkek cebindeki paraya göre karşısındaki hanımefendiyi kazanabiliyor. Kadını ayartabilecek bir cüzdanı veya tapulu malları bütünü yoksa bu mübadele gerçekleşmiyor. Kapitalist gerçekliğin oluşturduğu bu aile yapısı "kocaya kaçma" gibi tabirlerin oluşmasına yol açmıştır. Bu nedenle sinema sektöründe de dram filmleri kategorisinde büyük bir pazar oluşmuştur. -zengin kız fakir oğlan, imkansız aşk vb konulu filmler- Kocaya kaçmak ayıplanır, törelerce kan ile sonuçlanır. Ebeveynler, kızının aşık olduğu kişi eğer zengin değilse bu ilişkiye mani olurlar. Yani kadın bu durumda mülkiyet kavramının hayatını mahvetmesinden kaçar ve duygularının peşinden gider. Tabii evden kaçtı diye kapitalist gerçeklik peşini bırakmış olmaz, sonuçta kaçtığı kişi ile de aynı aile kurumuna girip aynı sorunları yaşayacak ve tekrardan bir meta değeri görecek. Peşinden koştuğu duyguları kapitalizmin kirli ellerince köreltilecek, yok olacak ve depresyon dolu bir hayat tekrardan onu bekleyecek. Aşk ve en yoğun tutkular kapitalizm tarafından öldürüldü, kapitalizm yok olana dek insanlık ölene kadar imkansız aşkın düşünü kuracak.
Cinsellik Üzerine Ahlaki Normlar
Cinsellik, yerleşik hayata geçilip anaerkil komünal düzen lağvedilene kadar baskıya maruz kalması gereken bir yapı değildi. (Baskıya maruz kalması gereken bir yapı değildi dememin nedeni ahlaki normların sisteme göre kendiliğinden oluşmasındandır. Yani küresel sermayenin ortaya çıkışından sonra oluşan ahlak yapısı kağıt üzerine maddeler halinde yazılmış kurallar bütünü değildir. Ahlak sisteme göre kendini var eder. Bu kısıtlamaların tek nedeni sermayenin korunmasına ve daha çok elde edilmesine yönelik insan zihnine işlenen algının tezahürleri bütünüdür) Çünkü mülkiyet kavramı günümüz mülkiyet kavramından farklıydı. İnsanları açgözlülüğe teşvik edecek bir ekonomik modelin yokluğu nedeniyle de ailenin "kutsallığı" da söz konusu değildi. Dolayısıyla kadın bu denli esaret altında değildi (kadının en yoğun baskıya maruz kaldığı çağ yakın çağdır. Kapitalizmin neticelerinin en yoğun şekilde yaşanmakta olduğu günlerimiz.) Michel Foucault "Cinselliğin tarihi" adlı eserinde cinsellik üzerine mevcut normların 17.yy'ın başına değin görülmediğini, bu normların 19.yy'dan sonra varolduğunu söylüyor. Makineleşmenin 18.yy'da ortaya çıktığını ve 19.yy'da ise yaygınlaştığını (yani kapitalizmin doğuşu) hatırlamış olursak pek de yanıldığı söylenemez.
Cinselliğe karşı oluşmuş olan normların hedefinde her zamanki gibi yine kadın var. Örneklendirecek olursak eğer toplum nezdinde kadının bekareti kutsal bir öneme sahipken erkeğin bekareti önemsenmez. Bunun nedeni yukarıda bahsettiğim evlilik öncesi kadın ve erkeğin mübadele hususudur. (Evlilik kadın ve erkeğin karşılıklı anlaşıp ortak bir karar ile attıkları imza neticesinde kurulan bir kurumdur. Herhangi bir ticari anlaşmadan farksızdır bu yüzden "evlilik öncesi mübadele" terimini kullanıyorum) Erkek kadınla evlenebilmek için geçimini sağlayacak olan kendisini, ortak kullanacakları evi arabayi vs ve kadının hayatında geçmek zorunda olduğu yeni evresinin (toplum gözünde evlenmemek inisiyatif meselesi değil, kadının noksanlığı ile alakalı bir aciziyet belirtisidir) kapısını açmayı kullanacak, kadın ise estetik güzelliğini, el değmemiş vücudunu, mutfaktaki maharetini, hoşsohbetini kullanacak. Bu yüzden ebeveynler kız çocuğuna cinsellik içeren herhangi bir unsurdan uzak tutmaya, cinsel ilişkiye girmesini radikal biçimde engellemeye, hatta erkek arkadaşının olmaması adına çeşitli yaptırımlarda bulunmaya bile yeltenmektedir.
Kapitalizmden komünizme geçiş döneminde oluşacak ahlaki yapı
Bahsettiğim hususlar doğrultusunda çıkarılacak anlam sexin yaygınlaşması gerektiği ve ailenin ortadan kaldırılması gerektiği değildir. Marksizmin ilkelerine dayanarak komünist bir toplumu göz önünde bulunduracak olursak eğer, toplum içerisinde belli başlı vicdan ve değerler doğrultusunda bir ahlaki yapının oluşacağını söyleyebilirim. Kadın hareketi, ekoloji hareketi, LGBT hareketi vs gibi aktivitelerin sınıfsal niteliğinden bahsettim, bu gerçeğe müteakiben ahlaki değerlerimiz olacaktır. Bunun yanı sıra vicdanın ideolojik yönelimi ile alakalı olarak da belli başlı değer yargılarımız olacak ve değer yargılarımıza yönelik yapılan eylemler ahlaksızlık olarak nitelendirilecek.
Bu ilişki basit bir antagonistik bir ilişkiymiş gibi yorumlanamaz. Yerleşik hayata geçiş ve kapitalist düzenin cinselliği bastırdığını söyledik, olması gereken cinselliğin yaygınlaşması değildir; ailenin mülkiyet eşitsizliğinin aracı olduğunu söyledik, ama olması gereken ailenin yok edilmesi gerektiği değildir.
Öncelikle kapitalizmin lağvedilmesi ile birlikte kadın ile erkek eşit konuma gelecek, yani kadın zincirlerinden kurtulmuş olacak. Yozlaşmış ahlak yapısının hedefi olan kadın, özgürleştiği an ahlaki yapıda da büyük bir değişim gözlenecek. Kadın özgürleştiği an ailesinin baskısından, kocasının baskısından, toplumun baskısından kurtulmuş olacak. Çünkü kadını zincirleyecek mülkiyet ilişkileri olmayacak ve bu baskılar kendi kendine yok olacak. Öncelikle aile kurumu basit bir inisiyatif meselesi olacak. Kadının erkeğe bağlı kalmasını sağlayacak mülkiyet olmayacağı için aile kurumunun temeli sadece tinsel duygular olacak. Kadınlar iş hayatına atılacak mütemadiyen gelir sahibi olacak. Bu da kadının toplumda gerçek bir birey olmasını sağlayacak. Boşandıktan sonra ne yaparım, nasıl geçinirim derdi olmayacağı ve kendisini boşanmaktan alıkoyacak örf, adet, gelenek, görenek vb zırvalar da olmayacağı için kadın istediği zaman boşanabilecek. Toplum ataerkil bir yapıya sahip olmayacağı için erkek "nasıl olsa karım benden ayrılmaz" diyerek kadına vuramayacak ve aldatamayacak. Bu da evlilik kurumunun günümüzde ortaya çıkardığı felaketlerin, aile facilarının, kadına şiddetin büyük ölçüde yok olacağını da ispatlıyor. Dolayısıyla kadın kocasına karşı paranoya beslemeyecek ve psikolojik olarak da oldukça rahatlayacak. Ayrıca mülkiyet eşitsizliğinden doğan fuhuş da son bulacak. Hayat kadınlarının hayatlarını incelediğimiz vakit birçoğunun keyfi olmayan nedenlerden bu yola girdiğini görürüz. Ortada ekonomik olarak kadını bu yola itecek bir neden bulunmayacağı için fuhuş olayları da son bulacak. Dolayısıyla erkek istese dahi karısı dışında başka birisiyle cinsel münasebete giremeyecek. Bu tür eğilimleri olabilecek kişiler de evliliğin basit bir inisiyatif meselesi olmasına karşın en başında evlenmeme kararını rahatlıkla alabilecektir. Cinselliğin bastırılmasını sağlayan ekonomik nedenler ortadan kalkacağı için düzenli bir sex hayatı isteyen kişilerin tek çaresi evlenmek olmayacaktır yani. Bu da ciddi ilişki isteyen kişileri ve evliliğin getireceği sorumlulukları yüklenmek istemeyen kişileri birbirinden çok net bir çizgiyle ayırmış olacak. Yani iki bireyin de isteği evlilikse eğer birbirlerine karşı kolayca güven duyabilecekler. Erkeğin cinsel arzuları nedeniyle bir kıza evlilik vaadi sunmasına gerek kalmayacak.
Cinselliği engelleyecek bir faktörün olmayışı insanların güdüsel haz istençlerinin peşinden gideceği anlamına gelmiyor. Günümüzde evliliğe yönelimin en önemli faktörü kişinin düzenli bir sex hayatı istemesidir. Evlilik dışı ilişkilerde bireyi cinsellikten alıkoyacak bir sürü ahlaki norm vardır. Ancak komünist toplumda bu baskı mekanizmalarının olmayışı, özellikle erkek bireylerin bastırılmış cinsel dürtülerinin baskılanması dolayısıyla ortaya çıkan tecavüz vakalarının da önüne geçecektir. Cinselliğin dini ahlaki kaideler doğrultusunda bastırıldığı Doğu toplumlarında tecavüz ve ensest vakalarının yaygın olduğunu görüyoruz. Psikanaliz bizlere bireylerin cinsel nesne seçiminde doğası gereği tek bir cinse yönelmediğini ispatladı. Freud buna örnek olarak hapishane ve savaş cephesi gibi yerlerde bireyin kendi hemcinsleriyle uzun müddet kalmaya zorunlu olduğu yerlerde, bireylerin cinsel nesnesini kendi hemcinslerinden seçtiğini örnek olarak gösterdi. Kısa bir anafikir çıkaracak olursak doğuştan gelen bir cinsel nesne seçimi söz konusu değildir. Eşcinselliğin kişideki tezahürü daha çok çocukluktan gelen olaylara dayanmaktadır. Örneğin çocuk doğduğu günden itibaren güçlü bir babaya ve otoritesine, ataerkilliğin hatsafhada olduğu bir aile düzenine maruz kalmadıysa rahatça eşcinsel olduğunu dile getirebilir. Psişik hermafroditlik kuramı ise şunu söylüyor: eşcinseller cinsel nesne seçimini gerçekleştirirken fiziksel ve zihinsel eril niteliklerin cazibesine kapılan bir kadın gibi hisseder. Yani cinsel nesne seçimini gerçekleştirirken en erkeksi erkek bile, kendisi gibi erkeksi olanı değil, bir oğlan çocuğunun masküleniteden uzak, kadınsı ve efeminevi hallerinden etkilenir. Psişik hermafrodit eşcinselliğin bastırılması da Doğu toplumlarında ki küçük yastaki çocuklara yönelik tecavüz vakalarına sebep olur. Toplum içerisinde kadının var olmaması, sokakta erkekten başka herhangi bir cinsiyetin özgürce yer alamaması; cinsel nesne seçimi bakımından toplum içerisindeki en efeminevi unsurun seçilmesi anlamına geliyor ki bu nesne de erkek çocukları oluyor. Cinsel yönelim konusunun bu denli karmaşık ve psikolojiye dayanan etkenleri varken dini normlar ve ahlak kaideleri ile üstün körü, genel geçer bir şekilde "eşcinsellik ayıptır" yargısına varması komiktir. Doğu toplumlarının dini normlar esareti altında hayatlarını idame ettirdiğini göz önünde bulundurursak da toplum düzenlerini alt üst eden tek gerçeğin ahlaki normlar olduğunu da anlamış oluruz. Bütün Dünya insanlarının toplum yapısını basit bir kadın erkek ilişkilerine indirgemek istenmesi çağımızın çok uzağında bir düşüncedir. Bu tür baskılar nevrotik hastalıklara yol açmaktadır. Bu da saplantıya ve ileri safhada şiddete evrilir. Çocuğun aile kurumundan ve baba figürünün baskısından etkilenmeyeceği komünist toplumumuzda bu tür davranışlar gözlemlenmeyecektir. Çocuklar psikolojik olarak hayata hazırlanacaktır ve her türlü seçiminde özgür olacaktır.
Cinselliğin yaygınlaşması ile birlikte ilkel cinsel hayatın gözlemleneceğini düşünmüş olabilirsiniz. Ancak kapitalist toplumun kadını cinsel obje niteliğine büründürmesi, erkekte kadını elde etme istencini psikolojik olarak var etmiştir. Kadın beraber olduğu erkek arkadaşına dahi kendini kapatmış, erkek arkadaşının cinsel dürtüleri (aynı zamanda kendi cinsel dürtüleriyle de) ile mücadele içindedir. Erkek ise bu olayın tam tersi, kadının kendisini, kendisinden koruma güdüsüyle mücadele etmektedir. Bu da erkeğin cinsellik için partnerini bir düşman bellemesine neden olmakta, ilişkinin başlamasına neden olan tinsel duyguların artık bir geçerliliği olmamasına yol açar. Bir müddet sonra erkek, kadını sadece sex yapmak için psikolojik mücadele vermesi gereken bir obje olarak görür. Bunun için erkek kadına evlilik vaatlerinde bulunacak, ona yalandan sözler söyleyecek ve kadının kendi çevresinde kurmuş olduğu duvarların ardına bir şekilde geçmeye çalışacak. Eğer erkekte saplantı durumu da söz konusuysa (ki bu da çocuklukta yaşanılan olaylara dayanır) psikolojik savaş bir noktadan sonra şiddete evrilecektir. Tecavüz vakalarının birçoğu da böyle olmaktadır. Tabii medyaya bu olaylar tecavüz olarak yansımaz hatta haber niteliği bile taşımaz.
Komünist toplumda aile çatısı altında birleşmeyi teşvik edecek iki unsur vardır. Ciddi ilişkinin sözleşme yolu ile resmileşmesi ve bundan daha önemlisi olan çocuk. Çocuk bakımının kadını kısıtladığından bahsetmiştim. Çocuk bakma işi de inisiyatif olacak. Çünkü günümüzde Batı'nın sosyal devletlerinin de yöneldiği gibi kreşler yaygınlaşmış olacak. Çocuklar ezbere dayalı aile "öğretiminden" ziyade, dogmatik unsurlardan arındırılmış kreşler tarafından eğitim görecekler. İşçi devletinde günümüzdeki gayrimeşru ilişkiler ve çocuk ayrımı olmayacağından ötürü, çocuk ailesinin çocuğu değil, toplumun bir bireyi olarak yetişecek. İmtiyazlar ve inisiyatif konusunda ailesini veya yakın cevresini değil, doğrudan toplumun çıkarlarını düşünecek bir algıya sahip olacak. Günümüz aile yapısının bir diğer işlevi de bireylerdeki bu bilinci yok edip, geleneksel ailenin çocuk motifini küçük burjuva zihniyetine sıkıştırıp, çocuğun imtiyazlar ve inisiyatif alternatiflerini doğuştan dahil olduğu ailesine ve yakın çevresine yönelik belirler.
Başlığımızın cevabına geleceksek eğer, komünist toplumda ahlak dışı davranışlar istesek de gözleyemeyiz. Erkeğin üstünlüğünden gelen saldırganlığı, kadının ezilmişliğinin getirdiği acizliği ve bu eşitsizliklerin çatışımı olan vakalar; kapitalist düzenin yıkılması ile birlikte tarihin tozlu sayfalarına gömülecek. Kapitalist hegemonya altındaki her bir kurumun bu toplum bozukluklarında payı vardır. Bu kurumların da komünist toplumun değerlerince reforme olmasıyla ortaya çıkardığı sorunlardan arınmış olacağız.
Kapitalist Ahlak Düzeni İçerisinde Neler Yapılmalı?
Günümüzde ahlaksızlık sıfatı yakıştırılan eylemlerin ahlak kavramının varlığı ile ilişkili olduğunu kavradık. "Tecavüz, şiddet, yalan, hakaret yanlıştır" yargılarının çürük bir sisteme entegre edilen toplumun içinde var olma ihtiyacı duyduğunu da anladık. Bu tür "ahlaksız" davranışların ortaya çıkmasında ki nihai unsurun, bu ahlak yapısının filizlendiği toplum düzeninin ta kendisi olduğunu da anladık. (Ki 21.yy'da halen daha toplumda tecavüz vakalarının olup, çeşitli provakatörlerce bu durumun ahlaki olarak yanlış olduğunu söyleyen düzen adamlarının var olduğu da acı bir gerçektir.) Peki mevcut düzen içerisinde, bu ahlaki yapıya karşılık ne yapılmalı? Toplum nasıl bilinçlendirilmeli?
Devrimciler bu süreçte kapitalizmin kendilerine sunduğu kazanımlar tarafından ayartılmamaya dikkat etmeli. Şüphesiz ki Marksizmi iyice anlamış ve değerlerine hakim bir devrimcinin toplumdaki rolüyle herhangi birisinin rolü ve sorumlulukları farklıdır. Öncelikle Marksist değerlere yeterince hakim bir kişinin vicdanı da ideolojisine yönelik yönelim göstermelidir. Örneğin neoliberalizmin toplumun algısına işlediği kar edinme konusunda açgözlülüğün, buna müteakiben artan dolandırıcılık vakaları üzerinden örneklendirme yapalım. Neoliberal kültürle kişilik kazanmış herhangi bir bireyin vicdanı körelmiş olup, kişiliği bencilliğin en son raddesine ulaşmış olur. Bu birey, kolay yoldan para kazanımı için her türlü yolu dener. Dolandırıcılık yapacaksa karşısındakinin sosyal durumunu göz önünde bulundurmadan çeşitli vaatlerle cebindeki parasına gönül rahatlığıyla el koyabilir. Şimdi ise bu örneği Marksist bir devrimci üzerine şekillendirelim. Sınıfsal savaşım tezlerini iyice idrak etmiş, burjuva sınıfının kâr elde etme konusundaki acımasızlığını iyice idrak etmiş bir devrimci, dolandıracağı kişinin maddi durumunu göz önünde bulundurmadan dolandırıcılık faaliyetinde bulunur muydu sizce? Cevabımız elbette ki hayır olacaktır. Bu kısa örnek ile vicdanın ideolojik yönelimini anlamış olduk. Yukarıdaki paragraflarda bahsettiğim cinsiyet konusundaki üstünlüklerinin meyvelerini yemek bir devrimciye ne kadar yakışır peki? Dolayısıyla Marksist bilince sahip devrimcilerin bu çürük düzende edinmesi gereken bazı sorumluluklar vardır. Komünist toplumun gerçekleri günümüzde geçerliymiş gibi yaşamak, dışarıdan herhangi birisinin sizin hayatınızı gözettiği anda bir hayli şaşırmasına neden olacaktır. Çünkü bu yaşam stili günümüz ahlakçılarının düşlediği birey profilini oluşturmaktadır. Ancak bu ahlakçılar, bu düzenin kapitalizmin ve onun ardında saklanan ahlaki kaidelerin de yok edilmesiyle oluşacağını anlamamakta ısrar etmektedirler.
Marksistler için tabii ki belli bir paradigma sunamayız. Belli başlı, Marksizmin özü itibariyle oluşan vicdani yönelimler dışında. Bunun dışında Marksist çevrelerin bu ahlak kaideleriyle mücadelesi, doğrudan sistemin kendisiyle mücadele edilmesinden geçer. Çünkü soyut ahlaki yasaların geçerliliğini yitirmesi için, somut ateşleyicisinin (yani kapitalizmin) yok edilmesi gerekiyor.
Hümanizm
Günümüzde bazı tatlı su solcuları, devrimci pratiğin hümanizmden uzak olduğu konusunda şikayet etmektedirler. Bu tür suçlamaları devrimciler olarak gurur duyarak kabul ediyoruz. Hümanizm ve "devrimciliğin" sentezi olan kurumlar sendikalardır, idrak edilmesi konusundan yerinde bir örnek. Herhangi bir işçi eylemi durumunda, devrimci parti fabrika işçilerini greve yöneltmeye çalışır, daha sonra genel grev planlar. Bu sürecin oluşturmuş olduğu kaos ortamında hümanist, devrimci partinin işçilerin ekmeğiyle oynadığını, işçilerin sendikalar aracılığıyla kavgasız gürültüsüz kısa yoldan kazanımlarda bulunacağını iddia ederek konuşur durur. Öncelikle hümanistleri bu konudaki stratejik dehalarından dolayı tebrik etmek lazım. Bahsettikleri kazanımlar mütemadiyen devletin kontrolündeki veya bürokrasi konusunda en otokrat devletten bile daha yozlaşmış sendikaların araya girip 3 5 yalandan vaatlerde bulunup veya konudan bağımsız saçma sapan maddeler ile iş veren ile işçiyi "zorla el sıkıştırmanın" getirmiş olduğu yapay kazanımlar bütünüdür.
Dolayısıyla çürük düzenin bekçiliğini yapan egemen sınıfın her bir ferdine karşın uygulanacak ahlaksızlık meşrudur. İşçinin hakkını gasp eden, hayatını mahveden, ömrü boyunca sömürüye tabii tutan yamyamlara "insancıl davranmak" insanlığa karşı işlenecek bir suçtur. Düzen hümanist olana kadar devrimciler, düzenin kolcularına karşı hümanizmden en uzak kitleler olacaktır.
Amaçlar Araçları Haklı Çıkarır
16.yy'ın ortasında Katolik kilisesini savunmak amacıyla örgütlenmiş bu topluluk (Cizvitler), davaları uğrunda izleyecekleri yolun ilkesini "Amaçlar araçları haklı çıkarır" ilkesiyle özetliyorlar. Onların davasıyla bizim davamız arasında dağlar kadar fark olmasına rağmen, Cizvitçilerin bu eylem ahlakı ilkesi tam da bolşeviklerin benimseyeceği türden bir mirastır. Peki nedir bu amaçlar ve araçlar, her koşulda bu ilke benimsenebilir mi. Yüzeysel olarak her türlü bireysel terörü meşru kılabilecek olan bu ilkenin, ideolojimiz temelinde düzgün bir şekilde benimsenmesi gerekiyor. Öncelikle biz devrimcilerin ortak amacı devrim yapmak. Devrime uzamsal olarak her türlü desteği sağlayacak olan faaliyeti de ahlaki olarak meşru saymak. Tarihsel olaylardan çıkarım yapacak olursak eğer, Rus için savaşında Bolşeviklere karşı Çarlık subayları tarafından düzenli ve profesyonel bir ordu kurulmuştu. Buna karşılık olarak Bolşevikler Troçki önderliğinde işçi köylü ittifakı temelli bir kızıl ordu kurma girişiminde bulundu. İşçiler silahlanıp mevzilere ilerlese de köylüler bu savaşta taraf olmamayı seçerek, işçi köylü ittifakına resmen ihanet ettiler. Buna karşın Troçki zorunlu askerlik yasası çıkarttı. Köylüler ise bu yasaya karşı gelerek isyan ettiler. Kimisi Beyaz Ordu'ya katıldı, kimisi ise Yeşil Ordu adında kendi başlarına bir taraf oldu. (Basmacı hareketinde Bolşevikler, bu 3 tarafa karşı savaşmak durumunda kalmıştır) Halihazırda süregelen savaşın tahribatı gün yüzüne çıkmakta, işçilerin iktidarına karşı muhalefet kanadı da genişlemekteydi. Troçki bütün bu ihanetler silsilesine karşın, işçi ve emekçi saflara karşı duran köylülerin ailelerinin rehin alınmasını söylemiş, Yeşil Orduya kurşun dahi sıkmadan pasifize hale getirmiştir. Amaçlar araçları haklı çıkarır ilkesini bu örnek üzerinden işleyeceğiz. Troçkinin bu hamlesi büyük yankı uyandırdı, birçok anarşist, menşevik, sol komünist, Ortodox Marksist bu politikayı "ahlakdışı" olarak nitelendirmiştir. Ancak bizim amacımız Rus devrimini gerçekleştirmek, samimiyetsiz hümanistlik yapmak değil. Aracımız ise işçilere karşı silahlanan köylülerin (eğer ahlaksızlıktan bahsedeceksek bu en büyük ahlaksızlıktır) ailelerinin rehin alınması. Savaş doğası gereği zaten ahlakdışı bir olaydır, hele ki bu savaş bir iç savaşsa. İç savaşın özünü inceleyecek olursak sermayedarların hazinesini koruma görevini üstlenmiş üst tabaka kesim tarafından komuta edilen bir ordunun işçilere ve köylülere (her ne kadar köylüler karşı tarafta saf tutmuş olsa dahi) karşı silahlanmasıdır. Troçkinin bu hamlesi ise işçi ve köylü arasında sıkılacak mermilerin seyrelmesine ve Yeşil Ordu'nun dağılmasına sebebiyet vermiştir (Yeşil Ordu basmacı hareketinde çok büyük rol oynamıştır. Azımsanacak bir kitleye sahip değillerdi). Aynı köylü sınıfı Yeşil Ordu'nun dağılmasından ve Beyaz Ordu'nun direncinin kırılmasından sonra ve kıtlığın iyice baş göstermesinden sonra Bolşeviklerin tarafına geçmiş, Rostov'daki Beyaz Ordu direnişinin kırılmasında da büyük pay sahibi olmuştur. Troçkinin hamlesi madem direkt köylüyü hedef alıyordu ve ahlaksızdı, köylü sınıfı neden daha sonra Bolşeviklere destek vermeye razı oldu?
"1919 yılındaki kararnamenin tüm sorumluluğunu üstüme alıyorum. Bu saldırganlara karşı mücadelede gerekli bir önlemdi. Kararnamenin haklılığı ancak mücadelenin tarihsel içeriğinde bulunabilir, tıpkı tüm iç savaşın haklılığı da, hiç de temelsiz olmayan bir biçimde "iğrenç bir barbarlık" olarak adlandırılabildiği gibi."
-Lev Troçki-Onların Ahlaki ve Bizim Ahlakımız
Bu dönemde teorik olarak Troçki'ye karşı çıkan önemli bir anarşist vardı, Victor Serge. Serge'in ahlakçılığı hakkında bilgi sahibi olmak için "Bir devrimcinin anıları" adlı eserinden bir alıntı paylaşalım.
"İnsanın savunulması. İnsana saygı. Herkesin hakkı tanınmalı, herkesin bir değeri olduğu bilinmeli, herkesin kendini emniyette hissedebilmesi sağlanmalı. Yoksa sosyalizm olamaz. Yoksa, her şey yanlıştır, hiçbir şeyin çekiciliği kalmaz. Evet aynen şöyle diyorum: herkes, ama herkes, insanların yüz karası bile olsa, bir ""sınıf düşmanı"" bile olsa, burjuva çocuğu veya torunu bile olsa. Bir insan evladının, bir insan evladı olduğu unutulmamalı"
Okuduğunuz alıntı tinsel duygularınızı coşturması gereken bir piyesten alıntı değil. Kendine devrimci diyen bir anarşiste ait bir safsata sadece. Sınıf düşmanları, burjuva sınıfı ve yardakçıları sanayi devriminden bugüne dek işçi sınıfına ne kadar merhametle yaklaşmış, ne zaman işçi sınıfına insan muamelesi göstermiş de sınıfımız hakimiyeti ele geçirince düşmanına merhamet etsin? Merhamet duygusu olan bir devrimci, zannediyor musunuz ki egemen sınıf için bir tehdit unsuru olsun. İspanya'da anarşistler (CNT-FAI) rehine ve toplama kampları kurduğunda anarşist Serge karşı çıkmış mı? Veya Nikaragua'da Sandinistler Amerikan subaylarının ailelerini esir alıp kendilerini sömüren Amerikan kukla devletinin kökünü kazırken Serge ne düşünüyordu?
At gözlüklerini çıkarmayan ahlakçı beyler istedikleri kadar hülyalara dalabilir. Bugün Sovyetler Birliği'nin mirası söz konusuysa, bunu her devrimci iç savaşın önderi, Kızıl Ordu'nun Kızıl Komutanı'na, Lev Troçki'ye borçludur.
Kendi ahlak standartları tarafından bile ahlaksızlığın tezahürüne neden olan her olay, egemen burjuvazinin tezat sistemidir. Eylem ahlakı amacımız doğrultusunda hiçbir zaman söz konusu olamaz. Yalan söylemek yanlıştır, cinayet kötüdür, iftira ahlaksızlıktır. Peki bir devrimci polise ifade verirken ahlaksızlığa karşı gelerek kendini ele mi vermeli, veya işçi sınıfının kanından beslenen patronlara karşı kaldırmış olduğu silahını yere mi indirmeli, yoksa illegalist eyleminin sorumluluğunu yargı karşısında üzerine alınma aptallığını mı yapmalı? Elbette ki hayır. Sömürü düzenine karşı söylenecek her yalan, atılacak her iftira, sıkılacak her kurşun meşruu ve doğrudur. Sınıfımızın çıkarlarını burjuvanın dizayn ettiği ahlak normlarına göre savunmamız imkansızdır.
Hangi Amaçlar Hangi Araçları Haklı Çıkarır?
Amaçlarımızın ideolojimiz temelinde şekil alması gerektiğinden bahsetmiştim. Araçlarımız ise bizi amaçlarımıza yabancılaştırmayacak, tarihsel gerçekler üzerine bilimsel olarak nitelendirilmiş olarak seçilmeli.
Troçkizme şu tür eleştiriler gelmektedir "Stalinizm ile Trockizm aynı öze sahip, ikisi de kendi halkını katletti, ikisi de despotizme evrilecekti". Öncelikle Troçki bolşeviklerin katline neden olmadı, sınıfsal mücadeleye ihanet eden kişilerin ailelerini rehin aldı. Bunu da proletarya diktatörlüğünü lağvedip, bürokratik yozlaşmış bir işçi devletinin oluşmasına vesile olmak için yapmadı. Lenin'in ve Troçki'nin mirası olan Sovyetler Birliği'nin mirasının üstünde tepinen Stalin ise, ne idüğü belirsiz yargı sistemiyle, kendine siyaseten tehdit unsuru olabilecek yoldaşlarını (Kirov cinayeti) dahi öldürmüştür. Bunun yanında milyonlarca kişi Moskova duruşmalarının distopik sürecinde, kızıl tiranlık tarafından yaşamını yitirmiştir. Günümüzde eğer Stalin rejiminin tahlilini ve eleştirisini yapabiliyorsak, bunu Troçkinin iç savaş döneminde uyguladığı politikalara ve stratejilere borçluyuz. Trockist hareket hiçbir zaman bürokratik yozlaşmaya veya despotizme evrilmemiştir. Kızıl Ordu'nun içinde Troçkist bir hizip varken bile Troçki İstanbul'da verdiği bir röportajda Sovyetler Birliğine karşı hiçbir şekilde askeri müdahalede bulunmayacağını söylemiştir.
Özetleyecek olursak amaç ve araç ilişkisine baktığımız zaman, stalinizm, amaç olarak direkt merkeze kendisini almış ve araçlar bakımından pek de seçici olmamıştır. Ayrıca araçların kendi özünden uzaklaşması ile birlikte, SSCB'nin yıkılışına neden olan kronik problemlerin de temelini oluşturduğunu biliyoruz. Örneğin: Stalin iktidarı eline aldıktan sonra, parti içerisindeki her türlü hizibe karşı amansız bir mücadele vermiştir. Öncelikle Troçki tehdidine karşılık Zinoviev ve Kamenev ile birlik olmuştur. Troçkiyi sürgüne gönderdikten sonra ise Moskova mahkemeleri neticesinde birçok Bolşevik önderin katline ferman vermiştir. Teşbihte hata yoktur, Moskova mahkemeleri açıkça Stalinin kararlarına absürt yargısal bahaneler bularak meşrulaştırma görevini üstlenmiştir. Bu tasfiyeler ve katliamlara neden olması için, yargının devletten bağımsız değil bizzat devletten talimat alan bir araç olması bize daha sonradan şunlara mal oldu. Devleti ve Stalinin oluşturduğu bürokrasiyi denetleyecek bir yargının veya herhangi bir üst kurumun olmaması nedeniyle SSCB'nin başına en son gelmesi gereken kişiler gelmiştir. Rejim gereği SSCB'nin başına kimin geldiği önemli olmamalıydı, çünkü Lenin iktidarı bir kişiye değil, bir sınıfa armağan etmişti. Ancak biz tarihi ele alırken Stalin dönemi, Krusçev dönemi, Brejnev dönemi, Gorbacov dönemi; Malenkov başa gecseydi ne olurdu, Kirov öldürülmese ne değişirdi gibi konular temelinde ele alıyorsak bu Stalinizmin neden olduğu bürokratik yozlaşma ve despotizme evrilmis çürük bir rejimden bahsetme zorunluluğumuz olduğundandır. Stalinistler Krusçev'in genel sekreter olmasını bir felaket olarak görürler. Ancak amaçlar ve araçların usunu tahlil etme yetileri olmadığı için Krusçev'in genel sekreter olmasının aslında nedeninin Stalinist rejim anlayışı olduğunu da anlayamazlar. Stalinden sonra halkın mücadele geleneğinden uzaklaştığı konusunda dert yanarlar. Ancak Stalinin dizayn ettiği anayasada grev hakkının bile ortadan kaldırılması gibi olayların olduğunu da göz ardı ederler. Orduda geri adım atan herkesin vurulması, "işçi devletinde" grev hakkının olmaması gibi nedenlerle despot rejimin halka hiçbir konuda inisiyatif tanımaması, halkın mücadele geleneğini tabii ki yok edecekti. Halkın ve partinin iktidar meselesindeki payının lağvedilmesi ileride şuna neden olacaktı. Gorbaçov rejimi lağvederken ona ses çıkaracak bir üst kurumun olmamasına müteakiben SSCB'nin yıkılışına neden olacaktı. NKVD ümitsiz birkaç girişimde bulunsa dahi, halk ne kadar istemiyor olsa dahi, kızıl bayrak bir gece vakti sessiz sedasız yerini oligark devletin bayrağına yerini bırakacaktı. Mücadele, parti, halk, yargı, hukuk, denetim gibi kavramlar Stalin döneminde bir hiç olduğu için kronik probleme dönüştü ve SSCB sessiz sedasız yıkıldı. Özetleyecek olursak, Stalin iktidarını sağlamlaştırmak için yapısının bozulmaması gereken araçları kullandı. Bu araçlar doğası gereği bir daha düzelmeyecek ve SSCB idari birimleri 3-5 bürokratın iki dudağının arası dahilinde olacaktı. Stalin'in amacı kendi iktidarı ve gücünü egemen kılmaktı, amaç kendini Marksist perspektifte aklayamıyor; dolayısıyla araçların bir önemi dahi olmasa da, kullandığı araçların bir daha düzelmemek üzere yozlaşması SSCB'nin yok olmasına neden olmuştur. Stalin izlediği politikalar neticesinde amacına ulaşmış, Ekim devriminin bütün kazanımlarını yok edip kendi despotik rejimini kurmuş ve şüphesiz başarılı olmuştur. Stalinizm kazanmış ancak SSCB kaybetmiştir.
Troçki ise iç savaş döneminde Sovyetlerin lehine olan her türlü adımı atmıştır. Askeri anlamda Beyaz Ordu ve yardakçılarından katbekat gerideyken, küresel anlamda bütün oklar Bolşeviklerin üzerindeyken, halk açlıktan kırılırken, köylü sınıfı devrime ihanet ederken; Kızıl Ordu'yu yoktan var etmiş, köylü sınıfını kendi safına çekmiş, yurdun dört köşesine halk Sovyetleri kurmuş ve proletaryayı savaşa hazır bir konuma getirerek, mucizevi bir zafer elde etmiştir. Amacı, yüzyıllar boyu sömürücü rejim olan aristokratik çar rejimini yok edip, yerine işçi sınıfının diktatörlüğünü inşa etmekti. Aracı ise devrime ihanet eden köylü sınıfını hizaya sokmak için uyguladığı rehine politikalarıydı. Silah gücü olarak zaten hayli gerideyken köylü sınıfının saf değiştirmesine hümanist bir perspektifle yaklaşmasını bekleyen sosyal demokrat hümanist epigonlar burjuva lehine işleyen ahlak çarklarıyla bağlarını koparamamış kimselerdir. Amacımız aracımızı haklı çıkardı. Kullandığımız araçlar rejimin tahrip olmasına, bürokratik yozlaşmaya ve despotik bir rejime yol açmamış, tarihin en büyük devrimlerinden biri olan Ekim Devrimine sebebiyet olup, burjuvazi için proletaryanım ne denli bir risk unsuru olabileceğini kanıtlamıştır. Troçkizmin mirası var olduğu müddetçe proletarya egemen sınıf için tehdit unsuru olmaya devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder